[Vaughn Percival Carrington] Ölüler kaçamaz.

Post Reply
GM
Site Admin
Posts:39
Joined:Mon Aug 26, 2019 6:56 pm
[Vaughn Percival Carrington] Ölüler kaçamaz.

Post by GM » Sun Sep 22, 2019 11:05 pm

Alevleri önce ayaklarında hissediyorsun. Yavaş yavaş yanıyor vücudun. Önceleri sadece sıcağı hissederken, acıyla baş başa kalıyorsun. Vahşi tebaanın sesini duymuyor kulakların. Çürümüş dişleri ve alçak bakışları ile karşında değiller. Çığlıklar, kahkahalar azalıyor gitgide. Delice yanan vücudun, sinirlerinin yanıp işlevlerini yitirmeleriyle, öylece kömüre dönüşüyor. Acıyla terbiye oluyor ruhun, en azından onlar öyle düşünüyorlar. Sen ise yenilmiş, devrik bir kral, yokluğun devasa kapılarının önünde nöbet tutuyorsun. Reddettiğin rabbin seni almaya gelecek, bir ışık görüyor gözlerin. Son bir ışık, gözlerin de yanmadan hemen önce. Eriyiveriyor gözlerin sıcaktan, akıp gidiyor. Gördüğün son şey ise… güneşin doğuşu. Yeni bir başlangıç gibi, ama senin başlangıcın değil. Yok oluşun. Eriyip gidiyor benliğin, inandıkların, yaşadıkların saniye saniye yanıyor, kül olup gidiyor bilincinden. Kendinden sıyrılıyorsun o an. Ölüm böyle bir şey mi?

O güneş tüm yakıcılığıyla siliyor ismini. Vaughn, Devonshire’ın Cadı Kralı, bir hiç uğruna giden bir hayat. Artık sen yoksun. Çocukları korkutmak için anlatılan hikayelerdesin. İbret olsun diye öldürülen kişilerdensin. Güzel ve hızlı geçen bir hayat, yanıyor. Çalışan tek organın beynin kaldığı için düşüncelerine gömülüyorsun birkaç saniyeliğine. Güzel geçse de hayatın, yapacak çok şeyin vardı. Çünkü her ölen, pişman ölür.

Artık bedenini hissetmiyorsun. Artık gözlerini hissetmiyorsun. Vücudunun içindesin, ama acılar yok. Dokunamıyorsun. Duymuyorsun. Her yer karanlık. Ölüm bu mu? Cennet, ölümden önce görülen ışığın sonu değil mi? Rab sana bir ışığı bile mi çok gördü? Yokluğun, var olmamanın yükü altında eziliyor ruhunun her bir zerresi. Hala zihninin içinde misin, yoksa karanlıkta mı dolaşıyor ruhundan geri kalanlar? Hiçbir bilgi yok. Hiçbir düşünce yok. Bildiğin, anladığın her şeyden milyarlarca ışık yılı uzakta, bir boşlukta süzülürken bile, tanıdığın tüm yıldızlara en uzak noktadasın. Hiçbir his yok.

Karanlıkta yapayalnızsın. Hiçbir his yok. Ellerini bağlı olduğun zincirlerden kurtarmaya uğraşıyorsun ama, kollarını hissetmiyorsun. Öldün mü? Ölüm böyle bir şey mi? Düşünebiliyorsun hala, ama hayatın gözlerinin önünden geçmiyor. Bitiş çizgisi burası mı? Yapayalnızsın. Hiçbir his yok. Zaman kavramını kaybediyorsun. Bedenini kaybedeli bir saniye mi, yoksa binlerce yıl mı geçti? O doğan güneşin getirdiği gün biteli çok oldu. Üzerinden aylar geçti. Yıllar geçti. Mevsimler aktı gitti, toza dönüşen kemiklerinin üzerini kapattı kar.

Bu işkence ne zaman bitecek? Ne zaman kapanacak bilincin ne zaman kurtulacaksın bu iğrenç yalnızlıktan, vahşi karanlıktan?

Ama düşünüyorsun, demek ki varsın. Hala yok olmadın. Belki de… Ölüm sonsuza dek zihninin karanlığında kapalı kalmaktır. Cehennem mi bu? Milyonlarca, Milyarlarca, Trilyonlarca yıl zihninin içinde kendinle baş başa kalmak mı? Rabbin ışığından bu kadar uzaklaşmış olmanın sonucu mu bu, kapkaranlık dünyaya kapalı kalmak? Hiçbir his yok.

Bir ses duymak istiyorsun. Ellerini çırpmak istiyorsun. Hiçbir ses gelmiyor. Ayaklarını yere vurmak mı? Ayaklarını hissetmiyorsun. Acı hissetmek istiyorsun, en recefan fiziksel acılar için açtın zihnini bekliyorsun. En büyük yürek yanıklarını istiyorsun. Herhangi bir şey, seni sana anlatacak en küçük duygu değişimi… Ne zamandır buradasın? Yapayalnızsın. Ne bir çift göz ne güzel eller, ne hoş bir sohbet eşlik ediyor yalnızlığına. Bu basit bir hapis değil. Bu sana zihninin oynadığı bir oyun değil. Bu beklemen gereken bir sıra değil, bir sınav değil.

Hiçbir his yok.

Hiçbir his yok.

Hiçbir şey yok.

Derin bir nefes alıyorsun. Son nefesin.

İlk nefesin.

Vaughn Percival Carrington
Posts:5
Joined:Mon Sep 02, 2019 10:32 pm

Re: [Vaughn Percival Carrington] Ölüler kaçamaz.

Post by Vaughn Percival Carrington » Wed Oct 02, 2019 2:23 am

John 6:53 - 6:56
Emin olun, İnsanoğlu’nun bedenini yemeden ve kanını içmeden ebedî hayata sahip olamazsınız.
Bedenimi yiyip kanımı içen kişi ebedî hayata kavuşur. Ben onu Kıyamet gününde dirilteceğim.
Benim bedenim hakiki yiyecektir; kanım da hakiki içecektir.
Bedenimi yiyip kanımı içen benim sayemde yaşar, ben de onun hayatında yaşarım.


***

Tanrım beni terk etmemeliydi! Son köylünün o melun suratı gözlerimin önünden hemen gitmeden önce... Oysa ki ne kadar kara bir surattı o, içinin kötülüğü çehreye yansımış; kaypaklık ve keyif ile kıpkırmızı kesilmişti. Son feryadın çınlaması hala kalaklarımı uyuşturmuşken... Oysa ki ne kadar keyif doluydu, aynı anda hazzın ve öfkenin tonlarını doruklarına kadar içinde taşıyordu. Son anlarım henüz silinmeden önce, bunu düşünüyordum, Tanrım beni terk etmemeliydi. Beni korkunç ve dermânsız bir hastalık ile sınamamalı, beni bir gölgede yalnız başıma bırakmamalıydı. Çarem yoktu, hiçbir zaman da olmamıştı. Ne doğduğum ana karar verebilmiştim, ne de öleceğim son saniyeye. Her şey tek bir kalp çarpıntısı kadar hızlıca yaşanmıştı. Ve geriye dönüp baktığımda, her bir eylemimi aynı keskinlikte gerçekleştireceğimden son derece emindim. Tanrım beni böyle yaratmıştı, beni bu yola o sokmuştu.

İlk taşı, günâhsız olanınız atsın.

Ama insanoğlu yüzsüzdü, karanlık bir avludan yayılan piyano notaları kadar benzersiz ve sönüktü. Her şeyden önce, onlar ağırkanlı adamlardı. Kendilerine öğretilen soğuk demir kurallara ölesiye bağlılar, değişen dünyaya karşı kerpiç duvarlar kadar katılardı. Tabii aptal, kaba ve kurnaz olmalarından bahsetmezsem de olmaz; öyle değil mi? Gözler kendileri üzerinden çekildiği anda ettikleri bağlılık yeminleri, bir gölge oyunundan farksız hızla yer ve yön değiştirirdi. Bu yüzden her zaman inanarak ve kolayca yalan söylemeyi başarırlardı. Günden güne sövecek, sayacak yeni birilerini bulurlardı; sanki madenlerde çalışmaya gönderdikleri oğlanları onlara yetmezmiş gibi. Hepsi değildi ama, çoğu karılarını dövmek ve sikmekten başka bir şey bilmezdi. Yatakta attıkları sert bir yumruğun yada kör bir bıçak ile rahimlerini oydukları karılarının çığlıkları onları her şeyden daha çok orgazm ederdi. Sonrasında ilk akşamdan uyurlar, yarı gecelerde yıldızlara bakmak ve başka dünyaları düşünmek gibi huyları hiçbir zaman olmamıştı. İşte tam da bu yüzden,

Ben, Vaughn Percival Carrington, onların kanını içtim. Açlığımı, köylülerin çirkin bedenleri ile doyurdum. Şehvetimi ve ilgimi ise, sadece benim gibi olanlara sakladım.

İşte tam da bu yüzden, Tanrım... Tanrılarım! Beni terk etmemeliydi. Beni bu köylüler ile asla başbaşa bırakmamalıydı. Doğduğum ve hatta olduğum şeyden, her zaman gurur duydum. Size yalan söylemeyeceğim, rütbem ve soyağacımdan dolayı asla geri durmadım hayatta. Asla kendimden daha aşağı birini düşünmedim, basit bir köylü çocuğu olarak doğmak aklımın köşesinden bile geçmedi. Yine de... Bir zamanlar iyi bir hükümdar olduğum söylenirdi bana. Babamın asla olmadığı kadar dirayetliydim, köylülerin pis kokulu nefeslerine. Hatta bugün olduğum şey olmadan, daha yüce ve masalsı, onları severdim bile. Sorunlarını dinler, çözüm üretmeye çalışır ve ne yaparsam yapayım, adil kalmayı başarırdım. Tek bir gün bile zevk için kelle almamıştım. Tek bir gün bile, siktiğim kızların babalarını aç bir şekilde uyumaya göndermemiştim. Dönüştükten sonra bile, haklıma zulüm etmedim. Kendi kontrolümü kaybetmediğimi yada ritüellerde fedâ edilmesi gereken kanın akıtılmadığını size söyleyemem. Burası yalandan ve aldatmadan uzak bir yer.

Sonsuza kadar buradayız, buna alışmaya çalış.

Kaçıncı defa size bunları anlatıyorum, bilmiyorum. Kaç defa Tanrımın beni unutmaması gerektiğini düşündüm, kaç defa halkımdan nefret ettiğimi size anlattım... İnanın bilmiyorum. Gerçi, ortada 'siz' de yoksunuz. Yıllar yılı, kendi düşüncelerimden kaçmak için oluşturduğum bir zihin sarayından başka bir şey değil bu. Yıllar yılı? Zihin sarayı? Hadi ama. Daha birkaç saniye olmadı mı, etim pişeli; gözlerim akalı?.. Size komik bir şey anlatayım. Hayatta ne kadar çok yaşarsanız yaşayın, asla ne kadar çok acı çekebileceğinizi deneyimleyemiyorsunuz. Çok kez savaştım, kestim ve kesildim; kırdım ve kırıldım, öldürdüm ve de öldürdüm. Ölünceye kadar, ölümün doğasını asla kavrayamadım. Acaba acı çekmek, gerçekte neydi? Daha sonra, ağıran bir göğün altında idam edildim. Ateşler önce bacaklarımı sardı. Bacaklarım kül olana kadar yanacak ve sonrasında, ateşler göğsüme ulaşacak diye bekledim. Bu, ilk hataydı. Daha bacaklarımdaki dayanılmaz ısı, korkunç bir yokluk hissine dönüşmeden önce, ateş tüm derim boyunca yayıldı. Çığlık atıp atmamak, çırpınıp çırpınmamak benim elimde değildi. Düşünemiyordum, düşüncelerim bile yanıyordu. Duyan kulaklar, akan deri ile tıkanıp doldu; sağır oldu. Gören gözler kaynadı, kapanan göz kapakları bu kaynayan yuvalara yapıştı kaldı. Ve tüm bunlar yaşanırken, yanarak ölmedim, hayır. Derimden çıkan ateş beni boğdu. Kendi alevimin kokusu beni zehirledi. Yanan aleve karşı koymak için çalışan ciğerlerim, kötücül bir duman ile çürüdü. Son düşüncem, hayatta kalmak için çalışan zihnimin son zerresi de öldü.

Vaughn, her şey senin zihninin içinde.
Ve film tekrar başa sarılır.

Tanrım beni terk etmemeliydi! Son köylünün o melun suratı gözlerimin önünden hemen gitmeden önce...


***



Tekrar etim yanar, tekrar acı ile haykırır ve Tanrıma yakarırım. Tek bir farkla, artık Tanrım mesihi yaratan değil; mesihi yoldan çıkartan. Benim Tanrım bir değil, sayısız. Kimisi Venüs'ün yörüngesindeki ufak bir açı ile ortaya çıkar, kimisi genç bir rahibenin dolgun memesinde. Ve bazıları da, kesilmiş bir boğazdan çıkan inilti ile hayat bulur. Bize yasaklanandan güç alırız; kibir, açgözlülük, tembellik, kıskançlık, oburluk, öfke ve şehvet! Çünkü benim Tanrım zayıf, güçsüz ve yalnız. Benim acı çekmeme izin verdi, beni kan hastalığı ile lanetledi. Korkunç bir hücrenin içinde, defalarca ve defalarca ölüm anını bana yaşattı. Defalarca ve defalarca sordum kendime, konuştum sessizlikle. Her şeye rağmen, her an... Benim ilk anımdı. Her şey şuan yaşanıyordu, şuan doğuyor ve yaşıyor; ardından da korkunç bir şekilde ölüyordum. Ölümden sonrası bile aynı ana dahildi! Deliriyordum, ama delirebileceğim bir an yoktu ki. Hiçbir şey değişmiyordu, doğduğum saniye ve öldüğümden sonraki bir trilyon yıl... Aynı zamanı belirtmekten başka işe yaramıyordu. Trilyonlarca yıl, yıldızların çekirdekleri ve katrilyonlarca insan yaşamı tek bir anda parlayıp, sönüyordu.

Ta ki...

Beklemediğim bir anda, düzeni bozan bir şey oldu!

Yaşamdan önce, bu andan ve sonsuz bir gazaptan hemen önce... Aldığım nefes, tekrar ölü bir ciğeri doldurdu. Ama, bir bedenim yoktu ki? Ayaklarım ve kollarımın bağlandığı bir beden, kemikten bir kafes ve ortasına gizlenmiş bir ciğer.. Olması gereken organlar, orada yoklardı. Hiçbir zaman olmamıştı, sonsuzluk boyunca düşmüş; ama, bir yandanda sabit kalmaya devam etmiştim. Çağlar ve asırlar boyunca hapsedildiğim koğuşta yaşanan bu hareketlenme, kapalı bir zihni uyandırmıştı. Tekrar ve tekrar, yaşadığım anların canlanmasına ket vurulmuş; Tanrıma haykarışlarım bir son verilmiş, sadece demin olan şeyin gerçekliğine takılmıştım. O kadar süredir yalnızdım, o kadar süredir sürgündeydim ki... Ufacık bir çatlaktan içeriye süzülen oksijenin, olmayan bir ciğerleri doldurduğu fikrine bile inanmaya hazırdım. Ama, korkuyordum. Ya, ya bu heyecan boşunaydıysa? İlk aldığım nefesi de, son aldığım nefes kadar net bir şekilde hatırladığım şu vâroluşta; ilk defa yanılmış olmazdım. Yine tekrar hatırlıyorduysam, dayanabilir miydim bu yoksunluğa? Bedenden, zevkten ve hazdan; acıdan ve coşkudan uzaklığa...

'Hayır, Vaughn. Bu ne son nefesin, ne de ilki... Annenin seni kaç kere öptüğünü hatırladığın gibi, kaç kere düştüğünü ve kaç farklı bedeni barbarca kirlettiğini hatırlıyorsun. Bu nefes...

...onlardan birisi değil!'


"Beni unutmadığını biliyordum, lordum."

GM
Site Admin
Posts:39
Joined:Mon Aug 26, 2019 6:56 pm

Re: [Vaughn Percival Carrington] Ölüler kaçamaz.

Post by GM » Thu Oct 03, 2019 11:15 am

Ebedi yalnızlığın, ay’ın ışığının gözlerini dolduruşuyla son buluyor. Görkemli bir uğultunun kulaklarını dolduruşu, zihnî yalnızlığının son buluşu. Hayattasın, bu nasıl olur? Cehenneme inen merdivenler, o katı ateşten zeminler, kelimelere dökülemeyecek iğrençlikteki zebaniler neredeler? Çoktan geldin mi cehenneme? Çıktın belki de oradan… Cehennemin milyar yıllık yalnızlığındı. Titremeye başlıyorsun, burası hiç tatmadığın kadar soğuk. Hele ki, son hissettiğin şey ateşin yakıcılığıyken. Bu soğuk hisse bırakıyorsun kendini, uzun zamandır hiçbir şey hissetmiyordun. Hiçbir şey hissedememenin yıkıcı yalnızlığını sana öğretecek milyonlarca sene geçirdin. En küçük hisse bile açsın şu an. Boşlukta değilsin, bir yerdesin. Ait olduğun bir yer değil, ama burası senin varlığını kanıtlar nitelikte. Ciğerlerinde kalan o nefes geçmişinden buraya getirdiğin son şey.

Ayak parmaklarının arasına dolan incecik, zarif kumu hissedebiliyorsun. Yakın bir mesafede bir uğultu kulaklarını dolduruyor. İstemeden ellerine bakıyorsun, çirkin yanık ellerini görebilmek için. Nerede olduğunu düşünmeden, buraya nasıl geldiğine aldırmadan kendini düşünüyorsun. Nasıl iğrenç bir yaratığa dönüştüğünün en kötü yansımasıyla karşılaşmak için hazır zihnin. Asla bakılamayacak yüzünü, kömüre dönüşmüş gövdeni görmek istiyorsun. Hafif rüzgâr gözlerine getiriyor kumları. İstemeden kısıyorsun gözlerini. Ellerini sıkıyorsun, avuç içlerinde parmaklarını hissettiğin en son zamanın üzerinden birkaç sonsuzluk geçti. Göğüs hizana çıkarıp ellerini avuç içlerine bakıyorsun. Tam ortasından bir dikiş izi geçiyor sağ avcunun. Hala bembeyaz ellerin, buz gibi soğuk tenin. Tırnakların hala bakımlı, hala kusursuzlar. Ama dikiş izini gördükçe geriliyorsun. Elini yüzüne götürüyorsun, pürüzsüz tenine dokunuyor parmakların. Yanakların birer etten yükselti, elmacık kemiklerini kapatan. Eskiden hissettiğin gibi. Kömürden bir dikit değilsin. Eskisi gibi hissediyorsun, olduğun gibisin. Öldürüldüğün güne uyandığın gibisin. Doyamıyorsun kendine dokunmaya. Uğultu gittikçe artıyor, ama sen sol eline bakarak, sağ elinle alnına, şakaklarına, yanaklarına, dudaklarına, çenene dokunuyorsun. Eskisi gibi. Burnuna dokunduğun anda ise daha önce yüzünde olmayan bir farklılık hissediyorsun. Burnunun tam üzerinden, yüzünü sol gözünün altından, burnunun üzerinden ve yanağının altından ayıran bir çizgi. Sanki yarılmışsın ve geri dikilmişsin gibi.





İster istemez vücuduna bakıyorsun. Uzun, yere kadar değen füme bir pardösü saklıyor bedenini yırtıcı soğuktan. Kafanda, ne olduğunu anlayamadığın, gezgin korsanlarınkine benzeyen bir bandana, vücudunu koruyan, sana ait olmayan yırtık bir gömlekle aynı renkte. Pardösü’nün iç cebinde ise bir defter…
Bir anda kendini burada buldun, nerede olduğun hakkında, buraya nasıl geldiğin hakkında en ufak bir fikrin bile yok. Buraya geldiğinde sahip olduğun tek şeyin anıların, geçmişte bıraktıkların olduğunu düşünürken, kıyafetinin iç cebindeki bir şeyin tenini gıdıkladığını fark ediyorsun. İç cebine elini uzattığında, hiç hissetmediğin tarzda bir dokuyla kaplı bir nesneye temas ediyorsun. Sanki yaşayan birinin avuç içinde parmaklarını gezdirir gibi bir his parmak uçlarından yayılıyor. Tiksinti ve mide bulantısı bütün düşüncelerini kaplarken çekip çıkarıyorsun elinizde tuttuğun şeyi. Bu bir defter.

Ten rengine çalan kahverengi bir renge sahip. Şekilsiz bir kapağı var, şu ana kadar gördüğün defterlerden oldukça farklı. Bunun bir defter olduğunu gözünle görmeseydin eğer, yaşayan bir “şey” olduğunu iddia edebilirdin! Defterin dışından yayılan çok hafif küf kokusu, kokunun etrafından değil senin üstünden geldiğinin bir kanıtı. Kalbi yoksa da, çok ince damarları var gibi, fakat bir desen görmek isteseydin, bunu hayal etmekte zorlanmazdın. Üzerinde hiçbir şey yazılı değil fakat sekiz köşeli bir yıldız, kapağın orta üst kısmında durmakta. Aynı şekilde, arkası da benzer asimetrik desene sahip, fakat yıldız arkada yok. Defterin ne tarafının düz olduğunu anlamanı sağlıyor. Parmaklarını yıldızın üzerinde gezdirdiğin an, defterin en canlı olduğunu hissettiğin an. Bir şey, derinlerden seni tutmaya çalışıyor. Seni yakalamaya çalışıyor. Deftere dokunduğun saniyeden itibaren etrafındaki hiçbir şey, ilgini çekemiyor. Nefes alıp verişin hızlanıyor, miden hiç olmadığı kadar bulanıyor. Çok hafif bir kükürt kokusu da geliyor burnuna. Ne olduğunu anlamakta güçlük çekiyorsun. Bütün bu yaşadığın fenalıklara rağmen hiçbir güç, bu defteri elinden bırakmanı sağlayamaz.

Bir açıklama, bir ipucu bulabilmek için hışımla açıyorsun sayfaları, fakat içinde hiçbir şey yazmıyor. Sayfaları çevirdikçe çeviriyorsun. Hiçbir sayfanın içinde en ufak bir çizik bile yok. Bu sayfalara bakma işine yaklaşık 10 dakika kadar ayırdığın zaman, gereğinden çok daha fazla çevirdiğini fark ediyorsun. Bu defterin sayfaları sonsuz olabilir mi? Elinde tuttuğun saniyeler akıp gittikçe, deftere daha çok bağlanıyormuş gibi hissediyorsun. Şu ana kadar kullanmadığın bir iç organını eline almışsın gibi. Yapışkan, cıvık ve çirkin defter sen onu elinde tuttukça orada olduğunu hatırlatıyor sana. Her ne kadar bu his mideni bulandırsa da onun senin bir parçan olduğunu asla reddedemez hale geliyorsun birkaç saniyede. Defter seni değiştiriyor. Düşüncelerine dahil oluyor. Zihninin en derinlerinde çığlıklar duyuyorsun. Yardım çığlıkları. Yanan insanlar gözünün önüne geliyor, çok yüksekten kayalara düşen insanların son sesleri gibi. Etinden et koparılan birinin çığlıkları gibi bunlar, çocuğu ölen bir annenin yardım çığlıkları. Bilincin öylesine açılıyor ki, etrafını çok farklı görmeye başlatıyor sana o, birkaç saniye içinde. Doğal renkler, pastel renklere evriliyor. Midenin bulantısı, seni kusturmak üzereyken bir anda duyduğun metalsi bir sesle bütün bu yaşadıkların normale dönüyor. Bulunduğun yerin iğrençliğinden uzaklaşıveriyorsun bir anda.
Eski sen değilsin. Elinde tuttuğun şey ise bir defterden çok daha fazlası. Yanında defter varken, çok daha güçlüsün. Elinde defter varken senden daha güçlüsün, büyük bir varlığın parçasısın. Elinde defter varken durdurulamazsın.

Defter, senin varlığın.
Defter, senin benliğin.
Defter, sizin benliğiniz.
Neredesin? Kendinle, defterle öylesine meşguldün ki, etrafına bakmadın bile. Gece şu an, ama gökyüzü kapkaranlık değil. Önündeki kumdan tepeleri, ardını görebiliyorsun. Ay’ı görüyorsun, tam karşında, devasa kumdan tepelerin üzerinden gülümsüyor sana. Hiç olmadığı kadar beyaz. Bembeyaz. Çok büyük. Ay, hiç bu kadar beyaz olmamıştı, bakmak gözlerini acıtıyor adeta. Hayran oluyorsun bu gelinlik giymiş güzel kadına. Güzelliğinde büyüleniyorsun Ay’ın. Uğultu kulaklarını doldurmaya devam ediyor. Arkanı dönüyorsun. Dünya’da hissediyorsun. Devonshire’da olmadığın kesin, ama gezginlerin anlattığı o Arabî büyük vadilere benziyor, gözünün alabildiğine olan kum sana kitaplarda okuduğun piramitleri hatırlatıyor.

Parmak uçlarında bir acı hissediyorsun çok hafifçe, gıdıklanmanın bir adım ötesi gibi.

İnanılması güç büyüklükte bir… şey. Ne olduğunu anlamak güç. Bir gözcü kulesi kadar uzun ve ufkunu kapatacak kadar geniş. Nasıl fark etmedin bunun burada olduğunu? Bir değirmeni andırıyor sana, ama böyle bir şey görmediğine adın gibi eminsin. Titriyor bu kale, metalin metale vurulma sesi bu. Ne olduğunu az buçuk anlayabiliyorsun, bir makine bu. Devonshire evlerine veya kalelerine kıyaslayamıyorsun bile, taştan yapılmamış, pencereleri yok. Yek bir metal kutu gibi, orasına burasına metal yüzeylerle yamalar yapılmış. Büyük kare metaller, groteskvari, zevksiz bir şekilde bir araya konmuş ve bu karelerden büyükçe bir duvar örülmüş gibi. Yer yer metalik siyah, yer yer paslı demir renginde parlıyor ay ışığı yüzünden. Ayı görüyorsun, tam karşında, bu grotesk kazuletin üzerinden gülümsüyor sana. Hiç olmadığı kadar kızıl. Kan kırmızısı. Çok büyük. Ay, hiç bu kadar kızıl olmamıştı. Bakmak gözlerini rahatlatıyor adeta. Hayran oluyorsun bu günahsız bir bakirenin boynundan süzülen kan kadar kızıl kadına. Güzelliğinde büyüleniyorsun Ay’ın.

Bu demirden kaleye dikkat kesiliyorsun bir anda. Çölün tam ortasında bu grotesk, iğrenç binanın işi nedir? İçinden dışarı taşan çok büyük dişli yuvarlak testereler görüyorsun, hızlıca dönüyorlar. Çok uzaktan da olsa, çığlıklar duyabiliyorsun bu kalenin içinden. İnsan çığlıkları, hayvan çığlıkları. Öğüren, bağıran, yardım isteyen, acı çeken yakarışlar. Çok uzaktalar ve belli ki sana seslenmiyorlar. Demirden paslı duvarların içinden dışarı doğru uzanan korkuluksuz balkonlar, özensiz birleştirilmiş merdivenlerle birbirine bağlanmışlar. Kim çölün ortasına böyle bir makine diker ki? Burnuna gelen bu çirkin dışkı ve ağır toz kokusu, nefes almanı güçleştirip seni buradan uzaklaştırmak istese de o dev makine seni içeri çekmeye çalışıyor. İçeri gitmek istiyorsun. İçeride olmak istiyorsun. Birkaç dakikadır yerinde olan bilincin nerede olduğunu, buraya nasıl geldiğini öğrenmektense o makinenin içine girmek için yanıp tutuşmaya başlıyor bir anda. Bu sadece bir istek değil artık, manevi bir sorumluluk.

Tam durduğun yerin karşısında bu makineye girebileceğin kapıya benzeyen bir yapı görüyorsun, birkaç metrekarelik bir avlunun hemen bitişindeki kapı, bu “şeyin” sırlarına vakıf olmayla senin arandaki ince bir çizgi. Girip girmemek senin elinde ama… burada olmanın bir sebebi olmalı… değil mi?



Vaughn Percival Carrington
Posts:5
Joined:Mon Sep 02, 2019 10:32 pm

Re: [Vaughn Percival Carrington] Ölüler kaçamaz.

Post by Vaughn Percival Carrington » Tue Oct 29, 2019 4:37 pm

Gözlerimi karanlığa dikip başladım bakmaya,
Şaşkınlık ve korku yüklü rüyalar geçti aklımdan;
Sessizlik durgundu ama, kıpırtı yoktu havada,
Fısıltıyla bir kelime, "Lenore" geldi uzaklardan,
Sonra yankıdı fısıltım, geri döndü uzaklardan;
Yalnız bu sözdü duyulan.


Nefes aldım. Ama bu nasıl olur? Bir milyon insan ömrü boyunca yoklukta süzülmüş bu beden, nasıl bâki kalabilirdi onca çatışmalardan? İnanmak istemedim. Bir milyar kere boyunca tekrar nefes aldığımın düşlerini kurduğum onca hayalkırıklığı, böyle büsbütün silinebilir miydi? Silinmiş demişken, artık bu nefes alan canlı kimdi ondan da emin değildim. Zikrimin ne kadarını muhafaza edebilmiş, benliğimin ve ruhumun ne kadarını sonsuz bir girdabın içinde öğütülmesine mecbur bırakılmıştım ki? Ama buradaydım işte, sanki bu ciğerlerden içeriye hiç nefes geçmiyormuş gibi, aldığım her bir soluk vücudumu yakıyordu. Gırtlağımdan başlayan bu feryat, yavaş yavaş yayılıyor ve göğsüme kadar erişiyordu. Aşinâ olduğum bir his...

'En azından, acının ne olduğunu hatırlıyorsun.'

Fakat hiçliğin ne olduğunu öğrenebilmiş miydim? Alev alev yanan ciğerlerim şöyle dursun, bedenim soğuk ateşler içinde harman ve ilmek ilmek işlenen bir kötücüllüğün esiri altındaydı. Acaba burası cehennem miydi? Yüce Tanrım bana, cehennemin son katının hainlere ve ispiyonculara ait olduğunu buyurmuştu. Olabilir miydi? Sonunda, yüce efendimin koltuğunun hemen dibinde bir yer bulmayı başarmış mıydım? Çektiğim sefaletten yakınmadım, bir saniye için bile olsun... Yokluktan her şey daha iyiydi, geçirdiğim sonsuz seneler bana bunu öğretmişti. Sadece bir hevesti benimkisi, bir kabul ediliş ve onu takip eden bir yakarış. Belki... Bir şekilde.... Birileri.... Yaşamımın son anlarında görmediğim kabul, bana sunulmuştu. Öyle yada böyle.

Bedenimin her bir noktasından aldığım farklı duyu, algımı buğulandırmıştı. Heh! Ben yaşarken ne kadar berrak olduğu da tartışılır bir şeydi, tabii. Yine de, bedenimin santimetrekaresine düşen bin iğnenin hissi bir noktada azaldı. Yerini, özlemini çektiğim bambaşka bir duyu kaplayıverdi: DUYMAK! Evet, duyabiliyordum. Kulaklarım erimiş ve akmış, kulağımın olması gereken kanallar iğrenç bir et lokması ile kapanmış olmasına rağmen... Sonunda bir kere daha duyabiliyordum. Adı konulamayacak bir uğultuydu bu, nispeten uğursuz ve rahatsız edici. Cehennemin mırıltıları olsa bile, razıydım. Yeter ki duyabileyim, görebileyim ve hissedebileyim. Yeter ki, tekrar bir bütün olabileyim! İğrenç etten formum, cezalandırılmış biçimim ve deforme olmuş ruhum ise fedâ olsun. Yeter ki, ben olayım!

İnsan âhlaksız bir varlık, eğer hala çözemediyseniz. Bende farklı değilim. Zina işledim, bunu cinayet, yalan, ihtiras ve ihanet peşi sıra takip etti. İnsanoğlunun zihnine düşen her kötücül düşünce tohumunu eşerttim ve büyüttüm, uyguladım ve sonuçlarından haz duydum. Hayatımın en saf döneminden en olgun olduğu an'a kadar, yaptığım şeyden pişman olmadım. Ta ki, iğrenç bir bedene mahkum edildiğim o karanlık geceye kadar. Kendi etimin kokusunun beni zehirleyip, ciğerlerimi doldurduğu; göz çukurlarımın yine kendi erimiş etim ile dolduğu o feci an'a kadar... Ve dediğim gibi, insan âhlaksız bir varlıktı. Tekrar nefes alıp hissedebildiğim, duyabildiğim ve sonsuza kadar düşme hissinin yok olduğu ilk anda...

Tekrar bir bütün olup olamayacağımı merak etmeye başladım!

Milyar tane rüya boyunca gezdikten sonra, inanması zor gelmişti. Ama artık, inanmış ve adapte olmuştum. Önceliğimin hissetmekten çok, neyi ne şekilde ve ne kadar olduğuna dönmüştü. Acaba diye düşünmeden edemiyordum, acaba ne kadar çirkindim? Muhteşem ipek saçlarım duruyor muydu? Her kadını ve erkeği baştan çıkartabilecek muntazam bir surat, yerini ne kadar korkunç bir hilkât garibesine bırakmıştı? Yavaş ve ihtiyatlı bir şekilde, normal şartlarda olması gereken sağ kolumu havaya kaldırmayı denedim. Buna takriben, gerçektende sağ yanımda olması gereken uzvum; hissedilebilir ve somut bir şekilde, kontrolüme âmâdeydi. Bu histen duyduğum keyif, yerini -hızla- cesarete bıraktı. Daha cüretkâr, daha âsi... Aynı, eski zamanlardaki gibi.

Bir zamanlar insan bir anadan ve aynı şekilde insan bir babadan doğma olan bu vücudu, sanki onu kontrolüme ilk defa alıyormuş gibi keşfetmeye koyuldum. Ellerimi birbirinin üzerinde gezdirdim, yavaş ve narin. Sanki, vücudumun acımasını bekliyormuş gibi. Acımadı ama, hemde hiç! Kollarımın pürüzsüz ama kaslı yapısı, omuzlarımın genişliği ve hatta göğsüm, karnım... Bedenim, onu bıraktığım şekliyle muhafaza edilmişti. Büyük bir coşku ve bir güç gösterisi ile, ellerimi yumruk haline getirip sıkmaya başladım. İşte o zaman, aslında hiç de eski gibi olamadığımı fark ettiğim ilk an'dı. Sağ elimin avuç içinde, aslında orada olmaması gereken bir dikiş izi vardı. Neredeyse fark edilemeyecek kadar kusursuz, düz ve iyileşmiş bir çizgi halini almıştı. Tecrübesiz gözler için bir dövme sanılabilecek kadar kapanmış, eski bir hayattan geri kalanları taşıyordu. Ama, içten içe coşkumun söndüğünü kavrıyordum. Eski ben, gitmişti. Bu bakımlı eller ve parmaklar, nasıl ve ne şekilde oraya geldiğini bilmediğim bir çizgi ile deforme edilmişti.


"B-ben... Neye dönüştüm?"

Vücudumun başka bir noktasında, yine benim bilmediğim sistematik bir çizginin olup olmadığını kontrol etmek üzere, canhıraş bir çabaya giriverdim. Parmaklarımı, ustaca ama bir o kadar da korkak bir biçimde bedenimde gezdirdim. Her bir santimimi yoklamak ve neyin değiştiğinden; beni neyin geri getirdiğine yönelik bir içgörü edinmeye çalıştım. Suratıma gelene kadar, vücudum olması gerektiği kadar muntazamdı. Eski günahlarından, bir şekilde, arındırılmıştı. Ne var ki, bakmaya korktuğum yüzüm, bir sonraki hedefti. Şakaklarım, burnum, dudaklarım ve hatta dişlerim... Tekrar bir dokunma duyusuna, tekrar bir bedene sahip olmak beni neşelendiriyordu. Bin cenaze ve bir milyon ölüm kadar uzaktım, kendi bedenime. Artık değildim. Artık, bir bendim.

Ne büyük bir yalandı bu. Eski bir ben, çizgi halini almış bir noktacık ile değiştirilmişti. Eski ben, ölmüştü. Peki ya artık ben, bu benlik ve bu beden kimdi? Daha da önemlisi, artık neye hizmet etmeliydi?

Suratımdaki ince çizgiyi fark edene kadar, neredeyse sonsuz huzura yatmaya hazırdım. Ne var ki, burnumdan başlayarak sol gözümün hemen altına kadar ilerleyen bu melun şey... Bir önceki seferde orada yoktu, bundan emindim. Sanki tüm vücudum büyük bir patlamada infilak etmiş ve mucizevi bir şekilde yeniden tutturulmuş gibiydi. Sadece ufacık bir çizgi, bunları değiştirebilir miydi? Ne var ki, rahatsız olmuştum. Rahatsız olmak bile keyifli bir histi, onca şeyin ardından, her pozitif duyguya kadar; negatif olanlarına da açtım. Ama, eski Vaughn olarak geri döndüğüm hayalinin suya düştüğünü anlayabilecek kadar akıllıydım. Eski Vaughn Percival Carrington ölmüştü. Ne patlamıştı, ne de kendi soluğu ile boğulmuştu. Yakılarak öldürülmüştü. Şuanki beden ise, incecik bir çizgi yardımı ile birleştirilmişti. Bu bedenin yakılıp, tekrar tanrının nefesinin içine üflediğine inanmadım.

Bu, eskisinin kusursuz bir taklidiydi. Ama eski, hâlâ ölüydü ve öyle kalacaktı.

O zaman ben kimdim ve neydim? Bir hükumdar olmadan, bir bağlılık yemini etmeden ve sonsuz tebaamı istediğim çıkarda kullanamadıktan sonra... Hayattaki amacım ve yönelimim neydi? Hala kana aç mıydım, mesela? Eğer öyleysem, iyileşmek için yaptığım onca çalışmanın bana kattığı sadizm; benimle birlikte mi gelmişti? Gittikçe daha pervasız, daha acımasız ve sınır tanımayan varoluşum; öylece mi geri getirilmişti? Yoksa, kana aç değil miydim? Nazik bir adam, iyi bir hükumdar ve kusursuz bir sevgili olarak mı boy gösteriyordum? Ne olmam gerektiği ve nasıl olmam gerektiği, benden gizlenmişti. Boş bir yaprak kadar temiz, ama bir o kadar da kusurlu ve hatalıydım.

Yine de, minettardım.

Bir noktada, ellerim bedenimden; vücudumu çepeçevre saran ipek yapıya kaydı. Giyiniktim, giydirilmiştim. Gardırobuma asla ait olmayan bir pardösü, hayatımda kafama değmemiş bir bandana ve onunla senkron bir renge sahip gömlek... Gömlekteki yırtıklık dikkat çekiciydi, aynı, hayata kusursuz bir şekilde geri 'getirilmediğimin' kanıtı gibi duruyordu. Fakat düşünceler, yeni bulduğum bir kanıtın açık izlerini taşıyan deftere doğru kaydı. Evet, pardösümün cepleri doluydu. Bir defter, çıplak bedenimi kapatan ipeksi pardösünün içinde ağırlık yapıyordu. Herhangi bir karşı görüşe söz hakkı vermeden, defteri tuttuğum gibi çekip çıkarttım. Fakat onu elimde, çıplak ellerimin arasına aldığım anda... Bunun sıradanlıktan çok uzakta bir 'varlık' olduğunu hissettim. Bu, adetâ benim yaşama amacımdı. Bunu anlayabilmem için oraya konmuş, bu gudubet dokudan yaratılmış defter... Yeni benliğimin odak noktası olacağını düşünmeden edememiştim.

Deftere dokunmak bile, işkence kadar dayanılmazdı. Nedenlendiremediğim bir şekilde, ona dokunmak istemiyordum. Sanki yaşayan bir tanrının kalbine dokunuyormuş kadar hareketliydi. Yine de, öylece duruyor ve sırlarına vâk'ıf olmamı istiyordu. İlginçtir, bende merak ediyordum. Kendimi ondan alamıyordum, ne kadar korkunç veya iğrenç bir yaratığın suratından yapılmış olursa olsun... Sekiz köşeli bir yaldızın süslediği kapak, hemen arkasında da benzer bir simetri içindeydi. Yine de defterdeki damarlı çizgiler ve emeraler, onu aslında asimetrik bir düzensizlik ile parıldadığını açığa vuruyordu. Elimle bu çizgileri ve sekiz köşeli yıldızı hissetmeye, daha çok 'onun' olmaya çalıştım. Defterin içindeki bir şey, harekete geçti! Ben onu tutmuyordum, o beni tutuyor ve daha fazlasını hissediyordu. Harekt edemedim, etmek de istemedim. Artık yaşayıp yaşamadığımın, bir şey hissedip hissetmediğimin hiçbir anlamı kalmamıştı. Sadece... Defterle birlikte olmak istiyordum!

Hırsım, heyecanım ve nefretim bir oldu. Birlikten güç doğdu, daha canlı ve daha feci. Defterin kapağını çevirip, boş sayfaları arasında kayboldum. Çevirdim, çevirdim ve çevirdim. Sonsuz kadar yaprak, dönüyor ve duruyor; asla sonuna gelinemiyordu. Son sayfaya gelmek, imkansız bir işti; bundan emin olmuştum. Defter, sıradan değildi. Kalbim kadar yumuşak ve sıcak, yapışkan ve vıcık vıcıktı. Alev alev yanıyordu, sanki ben tam idam edilirken etimden sökülmüş ve ondan inşaa edilmiş kadar gerçekti. Onu elimde tuttuğum her saniye, yanan insanların çığlıkları zihnime zerk ediliyordu. Daha canlı, daha gerçekçi ve daha kanlı... Yanmış bebeklerin erimiş iskeletleri ve annelerinin onları kurtarmak için sıkı sıkıya tutma çabaları, sanki ben oradaymışım kadar gerçek bir şekilde benliğime vurgulanmıştı. Eski bir savaşçının, alev ile damgalanmış bir ölünün bile midesini bulandırabilecek kadar güçlüydü bu görû. Metal sesi beni kâbusumdan uyandırana kadar, defalarca yanmış insan bedenlerinin cızıltısını hissedecek ve deneyimleyecektim.

Defter ile ben bütündük, birdik ve beraberdik. Ama bir o kadar da uzak ve soğuktuk, olmamamız gerekiyordu. Sanki ben ve o bir araya gelse, mahşerin beş atlısı dünya suretine adım atacakmış kadar lanetliydi. Ona dokunmak bana acı ve dehşet veriyordu. Yine de, bu benim bedenime adı konulamayacak bir tahrik veriyordu. Sanki birbirimiz için yaratılmıştık, ama... Bu iyiliğin işareti değildi.

Kafamı defterden kaldırdığımda, bir başka cismin bana selam durduğunu fark ettim. Ay, onu hiç görmediğim kadar yakındaydı. Orada öylece durmuş, altında yatan beni selamlıyordu. Gülümsemesi o kadar güçlüydü ki, ona bakmakta zorlanıyordum. Belki de, son bir gülümsemenin üstünden bunca vakit geçmesi kalbimi acıtıyordu. Güzeldi ama, bakmaya kıyılamıyordu. Tanıştığım en güzel hanımdan bile güzeldi. Ayağa kalktım, tek bir hamlede ve estetik bir şekilde... Arkamı dönüp, nerede olduğumu anlamaya çalıştım. Doğduğum ve büyüdüğüm diyârlardan çok farklıydı burası. Devonshire yanmış ve kül olmuş, yerini kumdan dağlara bırakıvermişti.

Bir kule, metalden ve demirden, selam durdu.

Metal insan doğasına aykırıydı, doğa anaya bir küfürdü. Bu kumdan tepeciklerin arasında, nasıl böyle bir yapı var olabilirdi ki? Benden önce birileri mi yaşamıştı, yoksa daha yüce bir varlığın testi miydi bu? Kimse beni zorlamıyordu, gitmek veya gitmemek benim elimdeydi. Hayatımda ilk kez, kendi kâderimi tayin edebilirmişim gibi hissediyordum. Yine de... Pardösünün hemen iç cebindeki yapı, bunun gerçek olmadığının kanıtı gibi kıpırdanıyordu. Metalik sesler ve kıpırtılar çıkartan bu yapı, bir sebepten ötürü önüme çıkartılmıştı. İçeride haykıran insan ve hayvandan suretler, sessizliğe ve yalnızlığa inat oradaydılar. Yine de... Benim için bağırdıklarını sanıyordum. Benim burada olduğumu bilemiyorlardı, zaten gerek de yoktu. Onları kurtarmak istemedim, bir an için bile olsa. Sadece bu yapı, bir şeyleri keşfetmeye yönelik en büyük araçtı. Kaderim ve merakım, boynumun üzerindeki en büyük prangaydı. Bunu asla fark edemeyecek olmak ise, bendeniz Vaughn'un en büyük laneti ve cahilliğiydi.

Yavaş ama kendinden emin adımlar, ben istesem yada istemesem de, hemencecik geliverdi. Görüşümdeki makinemsi yapıya doğru ilerledim ve kapısına doğru adımladım. Derin bir nefes aldım ve onu açmak için hamle ediverdim. Ne olacaksa olsun diye iç geçiriyordum. Ölmekten veya yok olmaktan, bir an önceki sessiz karanlığa hapsolmaktan delicesine korkuyordum.

Ama bir kez ölen, bir daha ölemez derler.


GM
Site Admin
Posts:39
Joined:Mon Aug 26, 2019 6:56 pm

Re: [Vaughn Percival Carrington] Ölüler kaçamaz.

Post by GM » Sun Nov 03, 2019 1:45 pm

Vücudunu inceledikçe bu dikişlerin sağ elinden başlayıp, el bileğinden sağ koluna, oradan göğsüne kadar uzadığını fark ediyorsun. Benzer şekilde, yüzünü tam ortadan ikiye ayıran dikişler de şahdamarına kadar uzanıyor. Dikişlerin göğsünde bir yerde buluştuğunu hayal ediyorsun. Yine de bunların ne olduğunu anlamaktan çok uzaksın.

Demirden kaleye doğru attığın her adımda ayakların yere batıyor, ayak parmaklarının arasına, gözlerine kum kaçıyor. Rüzgârın sertçe estiğini fark ediyorsun fakat bu kale, sana gelmesi gereken tüm rüzgârı, sen ona yaklaştıkça engelliyor. Bu çirkin kazulet, sen ona yaklaştıkça daha da içeri buyur ediyor seni. Bir sevgili gibi. Bir görev gibi. Defterin etkisinden yavaş yavaş sıyrıldıkça, bu iğrenç şeyin büyüsüne kapılıyorsun. Geride bıraktığın ay ve yoluna koyulduğun bir diğer ayın estetik büyüsünden daha farklı. Zihnini uyuşturuyor. Düzgün düşünmene engel oluyor. İsteklerini dinlemeni engelliyor. Adımlarını düşünmeden atıyorsun. Parmak uçlarındaki uyuşukluk ellerine kadar yayılıyor.

Yaklaştıkça sesler artıyor. Büyükbaş sesleri duyuyorsun, bağırıp çağıran inekler, parçalanan et sesleri kulaklarını dolduruyor. Avluya varıyorsun, bir iki basamak takip ediyor yolu. Bir şeylere tutunma isteğin olsa da tutunacak bir şeyin olmaması bir sarhoş gibi davranmak zorunda bırakıyor seni, yatağına kadar bile gidemeyecek kadar sarhoş.

Kapıya varıyorsun, böylesine büyük bir kalenin kapısı, bu kadar gösterişten uzak olabilir mi? Görünürde başka hiçbir kapı göremiyorsun, başka bir çıkış çarpmıyor gözüne. Burası olmalı, buradan girmek zorundasın. Zorundasın. Zihnin başka hiçbir şey düşünemiyor. Sadece bu kapı. Burası.

Kapıya doğru uzanıyor ellerin. Üzerinde dikiş olan sağ elini uzatıyorsun ve kapıyı tokmağından yakalıyorsun. Buz gibi tokmağa dokunmaya alışman birkaç saniye alsa da onu kavrayabilecek cesareti kendinde buluyorsun ve kapıyı ittirmeye başlıyorsun. Kapıyı ittirmeye başladığın an, içeriden yüzüne doğru bir esinti geliyor.

Esinti oldukça sıcak bir esinti, belki ortalama vücut sıcaklığının birkaç derece üzerinde bir sıcaklık, burnuna doluyor, gözlerine değiyor ve ağzından içeri giriyor, yüzündeki dikişleri yalıyor. İşte o zaman gerçekliğin farkına, asla unutamayacağın bir koku sayesinde varıyorsun. Büyükbaş dışkısı ve o kokuyla birleşmiş buhar, bütün vücudunun porlarına değiyor. Gözlerini istemeden kapatışın, o buharın gözbebeklerine yapışmasına sebep oluyor.

Gözlerini kapattığın an nefes almayı da kesiyorsun, ama bu, o kokuyu ciğerlerine çekmiş olduğun gerçeğini değiştirmiyor. Dilin bir anda boğazına doğru gidiyor ve refleksif olarak yutkunuyorsun. O buharı yuttuğun an, kokunun içindeki diğer iğrenç tonları da duymaya başlıyorsun. Çiğ et kokusu. Bozulmuş. Küflenmiş. Ceset kokusuyla harmanlanmış. Büyükbaş idrarı, belki milyonlarca litre. O buharın küçük bir parçası bile, senelerdir sadece birkaç yıllık insan cesetleri yiyerek yaşayan bir adamın ağzının kokusunu, kendi ağzında taşıyormuşsun gibi hissetmeni sağlıyor. Çürümüş bedenler geliyor gözlerinin önüne. Yemek tabağına konan çürümüş cesetler. İstemsizce öğürüyorsun. Savaş alanlarında bulunmuştun, insanların öldükten sonra kendilerini dışkılamaları sana uzak bir bilgi değil. Septik çukurların yanlarında bulunmuştun, ama içlerinde hiç ceset çürümemişti. En çirkin ritüellerde içine çektiğin sıcak ve pislik kan kokusu, belki de binlerce katı bu. İçerideki hava akışı bu buharı sana doğru taşıyor. Sen, insanların dışkılarını kovayla camlarından dışarı döktükleri bir dönemde yaşadın. Ama bu hiçbirine benzemiyor. Bu koku vücudunun bütün porlarına doluyor. Bu koku, koklama özelliğini bir anda, geçici olarak kaybetmeni sağlıyor. Bu koku zihninin en derin köşesine yazılıyor. Bu kokuyu asla unutamayacaksın. Öğürmeye başladığın anda kusma refleksi bütün reflekslerini bastırıyor. Dengeni kaybediyorsun, tutunma gücünü de öyle. Kafanı ileri doğru götürüyorsun ve midende ne var ne yok… hepsini yere bırakıyorsun. Öğürmeye, ses çıkarmaya devam ediyorsun. Yaşadıklarının şoku karşısında çenen kilitleniyor bir an, dişlerini birbirine bastırıyorsun tüm gücünle.

İstifra ettikçe nefes almak istiyorsun, temiz havaya yalvarıyorsun. Az önce gözlerine zarar veren kum rüzgarlarına tapınırcasına seslenmek istiyorsun, birazcık nefes… İğrenerek titremeye başlıyorsun, az önceki sarhoşluk hissinden bir anda kurtuluyorsun en azından, kendine gelebileceğin bir boşluk istiyorsun sadece, içeri gitme isteğin bu kokudan dolayı daha da perçinleniyor. Hac yolundaki bir taş gibi, senin inancını test eden bir engel bu. Aşman gerekiyor.

Kendini kapının ağzından biraz uzağa götürüyorsun. Çöl kumları yine suratına çarpıyor, fakat dilinde kalan o kokuya ait buharı geçiremiyorlar. Genzin öyle kötü yanıyor ki, bu kokuyu saniyenin onda biri süre için unutabiliyorsun. Ardından tekrar öğürme hissi geliyor.

Gözün kendi kusmuğuna takılıyor kısaca bir süre. Parlak bir şey var orada, o bulamacın içinde olmaması gereken… Bir anahtar. Metal bir anahtar.

Ayağa kalkmak ve ilahi yolculuğuna tekrar başlayıp bu aşağılık yere girmek için ayağa kalkman gerektiğini hatırlıyorsun ve duvardan güç alıp sırtını oraya yaslayarak kalkmaya başlıyorsun. Kaslarındaki güçler yeniden geliyor sana yavaş yavaş, kolundaki uyuşukluk tekrardan kendini çekip parmak uçlarına dönüyor. Dizlerini kırıp yerden ayrılmaya başladığın an…

Zihninde bir ses duyuyorsun. Sesin yayılışından, herhangi bir yerden gelmediğini anlayabiliyorsun. Duvardan ve içerideki metalik seslerden gelmediğini anlamak zor değil, çünkü sana sesleniyor.


Bugün bir daha içeri gireceğini tahmin etmezdim.


Oldukça kalın ve sana kutsal bir maksat vermek isteyen bir yaşlının sesine benziyor. Senelerdir konuşmamış birinin kalın sesine benziyor. Kendi içinde yankılanıyor gibi, sanki söylediği sözcükler ağzından dökülürken, yarım saniye sonra tekrar söylüyormuş gibi. Kendi içinde karışıyor kendi sesi. Zihninde bulanıyor. Ve sen, zihninde duyduğun bu ilk sesin keyfine varıyorsun.


Gel… Çocuk…


Tehditkâr, fakat seven bir babanın sesine benziyor.


Bana değerini anlat… Bu sefer anlat…


Bu duyduğun dil, İngiliz dili değil. Duyduğun herhangi bir dil değil. Ama duyabiliyorsun, hissedebiliyorsun. Tercümana ihtiyacın olmadan, bir an olsun düşünmene gerek kalmadan bu dili anlıyorsun. Sesli harflerle dolu olmayan, tıslayarak konuşulan bir dile benziyor.


Ummum. Tufan.
Kesilsin burnu, almasın koku.


Sözleri tekrar yankılanıyor zihninde, uyuşukluğun tekrar tüm vücuduna yayıldığını hissedebiliyorsun. Sarhoş gibisin, fakat ayılmaya yakın olduğun o dönüş noktasındasın. Bir anda, tüm sarhoşluğun da geçiyor. Zira, farkındalığın bir anda artıyor ve mideni bulandıran o iğrenç hissin kaynağı bir anda kayboluyor. Kapıdan gelen rüzgâr artık o iğrenç, hayat karartan kokuyu getirmiyor esintisiyle. Ne olup ne bittiğini anlayamıyorsun ama, sana bir büyü yapıldığının ve artık koku alamadığının sebep sonuç ilişkisini kurmaktan aciz değilsin. Uyuşukluk kayboluyor ve kendinle baş başa kalıyorsun. Koku duymadığın için, vücudun, iğrenme isteğinden de biraz olsun sıyrılıyor. Kokusunu almadığın bir şeyden iğrenebilir misin?

Mantıklı düşünme yeteneğini yeniden kazanıyorsun bir anda. Koku geçince, zihninin bulanıklığı da geçiyor.

Vaughn Percival Carrington
Posts:5
Joined:Mon Sep 02, 2019 10:32 pm

Re: [Vaughn Percival Carrington] Ölüler kaçamaz.

Post by Vaughn Percival Carrington » Thu Nov 14, 2019 2:18 am

Geniş taşlı çeperli duvarlara, göğün ardına ulaşan kulelere ve görkemi avlulara pekâla alışkındım. Devonshire fakir bir şehir değil, hayır efendim, İngiltere Krallığına bağlı en zengin düklüklerden birisiyiz, birisiydik. Geniş bir kapının ardında yatan gizemlere, bir kale dolusu asker ve bürokrata, ihtirasa ve kana; ihanete ve seksin her bir formunun icra edildiği yapılara aşinaydım. Kendi dönemimin en popüler metropolü(?) Viyana'da da durum farksız değildi. İnsanoğlu kendi ateşini yakmaya başladığından beridir, taşları üst üste koyar ve gökyüzünün ötesine geçmeye çalışırdı. Durmadan. Yorulmadan. Pes etmeden. Önümdeki bu kale de farklı değildi. İnsanoğlunun kendi tanrısına baş kaldırışının en büyük harekâtlarından bir tanesi, gökyüzüne olan uzanışın bir parçasıydı.

Bu bedenin içinde yaşayan, bu dönemin esiri olan adam Vaughn bunu bilmiyordu. Ama Icarus, bu baş kaldırışın ne demek olduğunu iyi öğrenmişti.

Ama bu kale, nedenini bilmediğim bir şekilde, diğerlerinden farklıydı. Koca bir dolunayın altında selam durmaya son vermiş, ayın zıttında ki yapıyı incelemeye başlamıştım. Bu kale kesinlikle esrarlıydı, karanlık ve korkutucuydu. İçine adım atmayı başarırsam, bir daha asla dışarı çıkamayacağımı düşünüyordum. İlkel bir dürtüydü bu, korkuyordum. Korkmak bir askerin işi değildi, bir kralın ise hiç. Korkmamayı, dehşete düşmemeyi ve ne olursa olsun düşmanlarımı keserek yoluma devam etmeyi öğrenmiştim. Kesemediğim düşmanları aklımla yenebilir, yenemediğim düşmanları ise baştan çıkartabilirdim. Ama bu kale, şuana kadar karşıma çıkan en büyük düşmandı. Onu tanımıyordum, içinde yatandan bihaberdim. Yalnız, dostsuz ve silahsızdım.

'Ama defter yanında, unuttun mu?'
'Dost mu? Güldürme beni, Vaughn.'
'Uzun zamandır ölüsün, bir kere daha dene!'
'Hayır, geri çekil. O boşluğu unuttun mu yoksa?'
'Bir sebepten ötürü buradasın. Geri dönmen istenmiyor.'


Sistemimde birikmeye başlayan korku, beraberinde onlarca farklı sesi getirmişti. Zihnimin içine, benimle aynı tona sahip binlerce farklı dil; on binlerce farklı düşünce dolmuş, sonu gelmez bir girdap döndürmeye başlamışlardı. Karşıma ne çıkacağını bilmiyordum ve nasıl bir durumun içinde tutsak kaldığımı fark ettikçe, yaşadığım dehşet hissi giderek artıyordu. Panikliyordum. Çok benlik bir huy değildi, bir önceki yaşamımda... Genelde bir karar alıp, onun ne kadar kötü yada iyi olduğundan bağımsız olarak, uygular ve taviz vermemeye çalışırdım. Şimdi ise, bir çölün ortasında; yarı çıplak ve yalnız, önümdeki kaleye adım atmaktan çekiniyordum. Günün sonunda nereye varacağımı biliyordum, sadece... Bacaklarımı kıpırdatmak için bir miktar vakte ihtiyacım vardı. Ölüm sehpasına çıkarken sarf ettiğim güç, bir kere daha benimle birlikte olmalıydı.

İlerlemeye başladım. Her bir adımım ile battım ve yine her bir adımım ile çıktım. Çöle ve kuma alışkın değildim, yaşadığım veya gezdiğim herhangi bir yerde böyle bir çevre koşuluna denk gelmemiştim. Ayağıma dolaşan kum tanelerine en yakın şey, kömür madenlerinin girişlerindeki isli kara zemindi. Ki doğruyu söylemek gerekirse, o madenlerde sadece çocukları çalıştırmamızın sebebi de buydu. Her bir adım, ayağının altında ezilen ufacık parçacıkları hisseder; kömürün karasının cildine bezenmesine çaresiz kalırdın. Ciğerlerin giderek daha fazla islenir, dolar ve taşacağı noktaya gelene kadar çalışırdın. Sonra ölürdün ve yanı başındaki kardeşin, baban yada abin senin işini alırdı. Benzeri bir kader yaşayacağımı hiç düşünmemiştim.

'Yaptığın kan büyülerinin işe yaramayacağını ve hatta asla yakılmayacağını da düşünüyordun, Vaughn. İkinci bir yaşam için, daha dikkatli ol, olur mu? Ufak adımlar ile başlayalım.'

Korkuyu giderek yenmeye başlamıştım ki, kalenin içindekileri duyma mesafesine eriştim. İlk başlarda boğuk bir inilti gibi gelen, onlarca farklı kaynaktan gelen kompleks ses; giderek daha belirgin ve ayırt edici notalar kazandı. Bedenim beni avlunun içlerine doğru götürdükçe, sesin kalitesi arttı ve keşke hiç artmasaydı... Hayvanların, büyük baş çiftlik hayvanlarının bağırışlarını duyuyordum. Sadece kendi melodilerinde ağızlarında bir şeyler gevelemiyorlardı, hayır, yaşamları için bağırıyorlardı. Savaş alanında gırtlağı kesilen bir askerin çıkarttığı sesten hiç uzak değildi. Böylesi bir acı yakarışı, ne 'bir'i... 'Binlerce' yakarışa karşı nasıl gelebilirdim? İnsanların binlercesinin, hatta onbinlercesinin tek bir ağızdan zafer ve dehşet çığlıkları attığına şahit olmuştum. Ama ya hayvanlar? Onların böylesi bir kaderde, etlerinin kıyılırken ki çaresizliğinde, yeri var mıydı?

Düşünmemeye çalıştım.

Kapıya vardım, gösterişsiz ve neredeyse önemsiz. Onu açmak istediğimden emin değildim. Ama açacaktım, açacağımı biliyordum. Kendi ismimin ve ünvanımın ne kadar farkındaysam, nasıl öldüğümü nasıl biliyorsam... Aynı o şekilde farkındaydım. Her şey nihayete erdiğinde, elim kapıya doğru uzandı ve onu tek bir hamlede açıverdi. İçeriden kaçmaya çalışan bir hava dalgası, sıcacık bir esinti vücudumu yaladı; geçti. İlk anda, hiçbir şey hissetmedim. Fakat ikinci an, oh tanrım... Ne düşündüğüm veya düşüneceğimin bir önemi kalmadı. Sanki tekrar öldürülmüştüm, ama bir şekilde, acı çekmiyordum. Hissettiğim şey fiziksel bir acı değil, bu acının boyutlarının çok ötesindeydi. O kadar iğrenç bir kokuyu, zihnim işlemek istemiyordu.

Kendimi, dizlerimin üzerinde buldum. Delicesine, haykırırcasına ve çıldırırcasına kusuyordum. Vücudum bu kusmayı durdurmuyor, hatta destekliyordu. Gözlerimden iri yaş taneleri akıyor, ölürken hissetmediğim bir çileyle süzülüyorlardı. Kokusunu duyduğum şey, sadece ölü kokusu değildi. İçeride binlerce hayvan, ölü yada diri demeden, sürekli oyulup kıyılıyor olmalılardı. Ölmeden önce, yaşarken yada öldükten sonra... Asla dışarı çıkartmıyorlar, bedenleri böcekler yenirken bile kesilip biçilmeye; altlarına sıçmaya ve çürümeye devam ediyorlardı. Kurtçuklar gün yüzüne çıkmış, ölü bedenin eti ile besleniyor ve sıcağın etkisi ile ürüyorlardı. Sonra bir başka canlı, belki bir büyükbaş, oluşan bu pisliği yiyor ve öldürüleceği güne kadar hayatta kalmaya çalışıyordu. Sonunda o da biçiliyor ve dışkısıyla, idrarıyla, kalan son posasıyla... Ziyafetin bir sonraki adımı oluyordu.



Yada...
En azından bu kokunun kaynağı, böyle bir yer olmalıydı diye düşünmüştüm.
Yoksa...
Kelimelerle nasıl tarif edebilirdim ki, böyle menem bir kokuyu?



Tekrar içeriye girmeden önce, toparlanmak için bir sağa bir sola çaba ile çırpınırken... Kendi kusmuğum içinde parıldayan bir demet gördüm. Karanlığa ve çöl kumuna rağmen, orada duruyor ve alınmayı bekliyordu. Bir anahtar... Metal, geniş yüzeyli ve neredeyse pürüzsüz bir anahtar. Koca bir asma kapıyı açacak kadar büyüktü. Fakat o, oraya nasıl gelmiş olabilirdi ki? Böyle bir şey, yutamayacağım yada kusamayacağım kadar büyük değil miydi? Üzerinde düşünülmesi gereken binlerce sırdan bir tanesi olarak, daha fazla vakit kaybetmedim. Elimin ucu ile anahtarı tutup onu kusmuktan kurtardım. Bir süre onu yerde sürtüp, mümkün olduğu kadar temizlemeye ve cebimde taşıyabileceğim şekle getirmekle vakit kaybettim.

Ardından,
tekrar adım attım o lanet olası yere.
Ve...
Bir ses duydum.
O ses İngilizce konuşmadı, yada bildiğim herhangi bir dili.
Bildiğim tek şey, ses dindikten sonra... Koku da gitti.
O ses, bana bir büyü yaptı.
EMİNİM!


"..."
"..."
"..."


"GÖSTER KENDİNİ!"

"..."
"..."
"..."


"Vaadedilen lord, lordum... Sen misin? O yüzden mi değerim senin için önemli?"

Korkuya rağmen, kalenin içine doğru ilerlemeye başladım. İyi yada kötü, güzel yada çirkin, ölüm yada yaşam... Kavramların bir anlamı kalmamıştı. Ses gizemli sözcüklerin eşliğinde, duyma duyumu benden söküp almayı başarmıştı. Gerçek bir büyü, ilk defa bu denli keskin bir şekilde etimde yer bulmuştu. O denli yer bulmuştu ki, onu elde etmek istiyordum! Şeytan yada melek, Tanrı yada İblis...

Defter ve ben, birlikte, onu yenebiliriz.

GM
Site Admin
Posts:39
Joined:Mon Aug 26, 2019 6:56 pm

Re: [Vaughn Percival Carrington] Ölüler kaçamaz.

Post by GM » Tue Nov 26, 2019 4:40 pm

Sen ilerledikçe sıcaklık da giderek artıyor. Fakat koku alamıyor, az önce duyduğun hisleri burnunda hissedemiyorsun. Nefes alıyorsun fakat “bir şey” o kokunun önüne barikat çekiyor ve seni bu çirkin duyudan uzaklaştırıyor. Az önce yaşadığın şeyden dolayı ister istemez nefes almayı bırakmak istesen de bunun bir zararı olmadığını deneyimliyorsun. Yine de insan, bazen kendine zararı olacağı fikrini zihnine yerleştirdiğinde onu düşünmeden duramıyormuş. Kaldı ki, az önce yaşadığın tecrübe, asla zihninden silinmeyecek bir yara izine dönüşmüştü, bundan kaçamayacaksın muhtemelen. Duyunu kaybetmenin bu kadar işe yarayacağını düşünmemiştin daha önce, bunu da o listeye ekliyorsun; anlayamadığın şeyler listesine.

İlerledikçe kararıyor ortam. Demirden duvarlar, sonunu göremediğin bir koridoru önüne sunmaya çalışıyor gibiler. Duvarlara baktıkça metal levhaların birleştiği yerlerde küf biriktiğini, bir bütün haline gelip duvarlardan yere doğru aktığını görebiliyorsun. Sen içeri yürüdükçe büyükbaş sesleri giderek artıyor. Su sesi duyuyorsun arada sırada, duvarlardan, üç metre üzerindeki duvardan yere damlayan su sesleri, o damlaların metal yüzeye çarpışı. Sen o testereye yaklaştıkça, kulaklarını giderek daha da dolduruyor uğultu.

Koridorun sonuna geldikçe yerde birikmiş su birikintilerine basmaya başlıyorsun. Ne kadar ilerlediğini bilmesen de adımlarını attıkça, onların seni doğru yere doğru götürdüğünü biliyorsun. Bunu bilmeyecek ne var? Bu kutsal bir sorumluluk. Yapmaktan kaçınmayacağın bir alışkanlık. Bir Hac bu yürüyüş, tıpkı kutsal toprakları ziyaret etmek gibi. Zihninin parlaklığı, sen içeri girdikçe azalan ışıkla azalıyor. Deliliğine doğru yürüyormuşsun gibi, veya deliliğinden her ne kaldıysa geriye.

Büyükbaşların bulunduğu yere ulaşıyorsun. Hayatında hiç görmediğin bir… işkence bu…

Her inek, yaklaşık iki metrekarelik bir demirden kafesin içine hapsedilmiş durumda. Pislik içinde yüzüyorlar, hepsi kendi dışkılarının içinde bulunmakta. O kafesin içinden çıkmalarına imkân yok, hepsi çok kalın demirden çubuklar ardına hapsedilmiş durumdalar. Gereğinden fazla büyüyen sığırlar ise o demir çubuklara yapışmış durumdalar. Bu hayvanlar tüm hayatlarını bu demirden zindanın içinde mi geçiriyorlar? Senelerce, dışkılarının içinde yüzerek, hiçbir zaman sevgi veya doğa görmeden… Hatta, hiçbir zaman gün ışığını görmeden. Bu zindanlar, o hayvanların zaman zaman içinden çıkmalarına izin verilebilecek şekilde tasarlanmamış. İçeriye hapsedilen şey, o zindandan hiçbir zaman çıkamıyor olmalı. Önlerinde yemek yok. Önlerinde su yok. Burada hayat denen kavramın hiçbir manası yok.

Hayat kavramı Vaughn’un bağlamının dışında incelendiğinde de pek anlamı yoktu aslında, ama burada bir, iki inek veya işkence gören bir iki öküz hakkında düşünülmüyor. Binlercesi var burada. Hepsi bağırıyorlar. Hepsinin hayvani duyguları var, hepsi hareket etmek istiyor. Taşlaşan eklemlerini oynatmak istiyorlar. Etrafı görebilmek istiyorlar… O an fark ediyorsun ki, bu hayvanların hepsi görme yetilerini kaybetmişler. Pislik içinde yüzmenin, kendi pisliğinde boğulmanın bir bedeli olmalı bu. Tüylerinde taşlaşan dışkıları onların birer organı olmuş gibi. Toynaklarına yapışan artık, onları bulundukları zemine de bağlamış. Buradaki her şey ya ölü, ya da ölüyor. Yaşam döngüsünün en güzel kısmı olan yaşamayı gerçekleştiremeden bir bir parçalanıyorlar devasa testere tarafından.

Asla bitmeyecek gibi gözüken koridorun sonuna doğru hızlıca ilerliyorsun. Botlarına yapışan hayvan dışkısından asla kaçamayacak olmayı kabullenişin, bu koridoru daha hızlı kat edebilmen için gereken enerjiye dönüşüyor. Hızlı adımlarla ilerliyorsun. Her bir adımında biraz daha çok şey yapışıyor botlarına, giderek ağırlaşıyor. Adım atman giderek zorlaşıyor ve dizlerin ağrımaya başlıyor. Ama durmuyorsun. Durmak senin için değil. Maksadın küçük değil, isteğin bitecek gibi değil. Bir yerden sonra ilerleyebilmek için omuzlarını, kollarını da hareket ettirmen gerekiyor. Giderek yapışıyorsun derinlere gittikçe. Belki 3-4 santim yüksekliğine ulaşıyor yerdeki dışkı, idrar ve kanın karışımı. Bunun içinde yaşayan inekler var. İneklerle aynı platformda bulunmuyorsun. Bulunduğun koridorun bir iki parmak altında, başka bir platformda yer alıyorlar. Yine de, istesen onlara dokunabileceğin uzaklıktasın.


Bana değerini anlat.
Bana değerini anlat.
Bana değerini anlat.


Bu uzun ölüm koridoru seni tek bir yere götürüyor olmalı. Testereye. Büyük, gri bir paravanın ardına geçerek büyükbaşların tutulduğu yerden kesim alanına ulaşıyorsun.

Testerenin sesinin giderek yakınlaşmasından da anlayabileceğin üzere, o büyük testereye geliyorsun. Yaklaşık 15 metre yarıçapında, devasa bir metal dairenin etrafına yerleştirilmiş, her biri yaklaşık bir metreye kadar uzayan asimetrik dişlere sahip çember bir testere. Tam merkezine yerleştirilmiş iki uzun metal boru sayesinde, dakikada yaklaşık 6-7 tur atabilecek kadar hızlı. Devasa testerenin yalnızca üst kısmını görebiliyorsun, alt kısmı ise yerin altında kalmış, 4-5 metre kadar yerin altına uzandığını düşünüyorsun.

Bulunduğun mekân, iki büyük boşluktan oluşuyor, bu iki büyük boşluğun sebebi ise bulunduğun avluyu tam ortasından ikiye bölen testere. Haliyle, odanın ikinci kısmını göremiyorsun. İçinde bulunduğun kalenin en büyük odasının bu olduğunu tahmin etmek güç değil. Testerenin 4-5 metrelik kısmı yerin altında kalıyor, testere dönmeye devam ediyor. Testereye yaklaştıkça, testerenin mekânı ikiye ayırdığı alanın bir yarık gibi aşağı doğru uzandığını görüyorsun. Bu boşluk, aşağı, zifiri karanlığa doğru gidiyor.


Gel.
Bana gel.
Karanlığa gel. Unut. Her şeyi unut. Yaşanmışlığı unut. Yaşananı unut. Unutulmak nasıl bir cehennem? Veya nasıl bir cennet? Sana vaat edilen o cennete ellerini uzat.


Zihninde yankılanan sözler bittiği anda içinde bulunduğun mekânın titrediğini hissediyorsun. Duvarlar sallanmaya başlıyor, duvarlar sallandıkça… hareket etmeye başlıyorlar. Üzerinde bulunduğun koridor ise aynı şekilde duruyor. Önceden fark ettiğin o bir iki parmaklık kot farkından doğan ineklerin bulunduğu platform ise, sana doğru gelmeye başlıyor.

Bir çekmecenin, kapalı hale geçmesi gereken bir hareketmiş gibi düşün. Koridor harici tüm platform, sana doğru ilerlemeye başlıyor. Daha doğrusu, testereye. Yaşanacak şeyleri kafanda canlandırmaya başlıyorsun. Birkaç saniye sonra hepsi gerçeğe dönüşecek. İçeride gördüğün yüzlerce büyükbaş, onları öldürecek bir testereye doğru yavaşça ilerliyorlar. Bulundukları yerden bir santim kaçmalarının imkânı yok. Kurban edilenin ise sen olmaması ironik. Sen, tanrının kuzususun. Onlar ise büyükbaş.

Beklenen an gittikçe yaklaştıkça göğüs kafesinin gittikçe sıkıştığını hissediyorsun. Birkaç saniye sonra, yüzlerce hayvan bir hiç gibi katledilecekler. Hiç yaşamadılar. Hiç var olmadılar. Hiç sevilmediler. Sevemediler. Koşamadılar. Bütün hayatlarını o demirden kafesin içinde ölmeyi bekleyerek geçirdiler.

Ardından ilk inek testereye ulaşıyor. Testere, ayarsız dönüş hızı ve gücüyle ineğin içinde bulunduğu demiri de, ineği de parçalarına ayırıyor. İneğin bağırmaya bile fırsatı olmuyor. Kemikleri, kasları, kanı duvarı boyuyor. Demir parçaları etrafta uçuşuyor. Nasıl koktuğunu sadece hayal edebilirsin. Bu olaylar senden 5-6 metre uzakta yaşansa da ineğin kanı üzerine sıçrayabiliyor.

Zavallı inek, paramparça oluyor. Bir kemik, kan, kas ve demir bulamacına dönüşüyor. Organları testerenin hızıyla duvarlara sıçrıyor. O pelte ise az önce gördüğün zifiri karanlık yarığa dökülüyor. İnekler ise, ölmeyi beklerken bağırıp, çağırıyorlar. Çığlıklar atıyorlar, belki de hiç atmadıkları bir çığlık. Göremeseler de kulakları kendi pislikleri ile taşıyor olsa da, bir his olmalı bu, birazdan ölecek olmanın getirdiği o his. Bunu sen de yaşadın. Dakikalarca ölmeyi bekledin. Acı dolu bir ölüm geçirdin. Belki bu hayvanlarınki kadar kolay değil, yandın, kavruldun ve kömürleştin. Evet, cesedin toprağın altına gömüldü. Evet, üzerine kurşun döküldü.

Gerçi sen hala hayattasın ve ayaktasın, pek işe yaramış gibi gözükmüyor.

Ardı ardına getiriyor kale, hayvanları testereye. Birer birer parçalanıyorlar, pelteye dönüşene kadar devam ediyor bu işkence. Ne yapacağını bilemiyorsun. Bu işkenceden nasıl kaçılır bilmiyorsun. Testerenin kırıp parçaladığı kemik sesleri bile artık senin için pek bir şey ifade etmiyor. Burası kesinlikle bulunduğun en iğrenç yer. Ölümün sana en çok yakın olduğu yer. Duvar giderek kızarıyor, giderek kan kuruyor ve kuruyan kanın üzerine organlar, kemik parçaları, demir tozu yapışıyor. Testere o kadar şiddetli dönüyor ve inekleri öyle hızlı kesip biçiyor, pelte haline getiriyor ki, organları testerenin üst kısımlarına, bulunduğun mekânın tavanına kadar yapışıyor. Bir ineğin yarı parçalanmış gözü ise tam ayağının ucuna düşüyor, ufak bir metal top gibi zıplayarak, zıpladığı yerlerde kandan izler bırakarak ayağına kadar yuvarlanıyor, ayakkabılarına değince duruyor.

Yaklaşık 80 tane ineğin öldüğünü sayabiliyorsun. Pelte haline getirilmiş bütün hayvanlar, o yarığın içinde kayboluyorlar. Yine de yere değdiklerinde çıkardığı sesleri işitebiliyorsun. İğrenç bir ses.

İçerideki inek popülasyonunun üçte birine denk gelen bu olay sonuçlandıktan sonra testere yavaşlıyor giderek… ve duruyor. Testereye yapışmış kan dolu et parçaları yerlere, duvarlara damlamaya başlıyor. Hayatında gördüğün en büyük katliamlardan biri son buluyor ve bütün sessizlikle baş başa kalıyorsun. Tam o sırada testerenin yanından geçip ilerleyebileceğin bir merdiven görüyorsun. Buradan ilerleyebileceğin fikri aklına yerleşiyor. Hatta belki az önce gördüğün anahtarla bir kapıyı açabilirmişsin gibi.

Ya da…

Vaughn Percival Carrington
Posts:5
Joined:Mon Sep 02, 2019 10:32 pm

Re: [Vaughn Percival Carrington] Ölüler kaçamaz.

Post by Vaughn Percival Carrington » Thu Jun 11, 2020 9:03 pm

Hayat, kimileri için, uçsuz bucaksız bir deryaydı; altında yatan yıldızları ve göğü ile dehşet verici bir yerdi. Kimilerine göre, eski ve kadîm bir kitabın sararmış yaprakları kadar engin, ama tahmin edilebilirdi. Bazısı için ise, bağırsaklara saplanan ok kadar kesindi; sert ve tehlikeli! Ben ise hayatı nereye konumlandırabileceğimi asla kavrayamayanlardandım. Çoktan benden alınmış hayat, hayatım, şan ve şöhret ile doluydu. Şehvet ile güzellik, kan ve ter, gözyaşıyla mutluluk hıçkırıkları... Asla bir olmamıştım, asla tek değildim. Ama, her şeye ve her zıtlığa rağmen, 'bir' idim. Benden bir başkasına daha denk gelmemiştim. Vaughn Percival Carrington, altında uzandığı göğün dehşetine kapılan; kadim bir kitabın sararmış yapraklarına hayran olan ve bir kılıcın tadını iyi bilen prens yalnızca bir kere gelmişti şu dünyaya.

Ve şimdi, bir kere daha o korkunç göğün altındaydı.

Bunun ne demek olduğunu bilmiyordum. Bilmemenin, anlamamın ve her şeyden önemlisi... Acizliğimin tadını, bir kere daha alıyordum. Yıllar, belki de yüzyıllar sonra tekrar! Keyif yada acı, güzellik yada çirkinlik gibi bir tezat değildi bu. Ciğerlerimde kalan küflenmiş havaya bile muhtaçtım. Bir yandan da, şu sıcağın altında, tekrar 'var'dım. Benden sökülen hayatım, bir şekilde bana armağan edilmişti. Yaşadığım, hissettiğim, tecrübe ettiğim her bir doku; her bir an ve ötesi, bende tarifi olmayan bir sel gibi dışarıya taşıyordu.

Vaughn Percival Carrington'dan bahsediyorduk. Artık kendime bu isim ile seslenme konusunda kararsızdım. Öyle ki, artık kim olduğumdan da emin değildim. Bir zamanlar güçlü bir prens, tebaasının şanslı efendisi ve düşmanlarının korkulu kılıcıydım. Tezek kokulu köylülerin botları sayesinde, dans salonlarında dans edecek; orkestraları yönetecek ve kadınların kalplerini çalacak bir adam olmuştum. Bir noktadan sonra, evrilmiş ve bir adam olmaktan çıkmıştım. Daha fazlası olmuştum, bir insandan öte... Bir yaşamdan öte, bir varlıktan... Hayır! Bir varoluştan öteydim!!

Ama işlerin öyle olmadığını, o hayat benden alındığında kavrayacaktım.
Ama işlerin öyle olmadığını, o beden kavrularak alındığında kavrayacaktım.
Ama işlerin öyle olmadığını, o ruh benden sökülerek parçalandığında kavrayacaktım.


Şimdi ise, ne olduğumu anlamakta dahi güçlük çekiyordum. Parlak ve kutsal bir beyazlık ile bezenmiş, atletik ve çekici bir beden; üstüne aldığı yırtık pırtık gömlek ile kirletilmiş; aşağılanmış ve hor görülmüştü. Sıcaklık cildimi yakıyordu, eski bir şeyleri hatırlatırcasına. Ve her şeyden daha kötüsü, birkaç dakika önce duyduğum koku tüm bedenimi alt üst etmişti. Bildiğim her şeyi bana unutturmuş. Ama ben... Her şeyi bilmiyor muydum yani? Kısa hayatımda deneyimlenmemiş bir zevk, bir sefalet, bir korkunçluk mu mevcuttu? Hala yeterince yetkin değil miydim?

'Kusursuzluğu benden aldınız mı, yoksa bana bun hiç bağılamamış mıydınız, ey lordum?!'

Ses, vaadedilmiş efendi, kokunun gitmesini sağlamıştı. Duyularıma ket vurmuş, sanki oradan asla çıkmayacağı kesin olan koku, bir anlığına yok olmuştu. Ama ben, onun orada olduğunu biliyordum. O iğrenç şey, asla sinmeyecek bir belaydı. Nefes almak istemiyordum, ne şartla olursa olsun, bu havayı içime çekmeye imtina ediyordum. Ne vardı ki, bu ciğerlerin çoktan pireler ve böcekler ile dolduğu düşüncesi... Bana garip bir güç verdi. Ölüler zaten öldürülemezdi, ölüler zaten kaçamazdı, ölüler zaten ölüydü. Daha kötü ne olabilirdi ki?

Yavaşça nefes aldım. Kokunun yoksunluğu bana güç verdi. Adımımı öne doğru attım, ve bir kere daha, ve bir kere daha, ve bir kere... Güçlendim. Her bir adımım, daha bir cesur oldu. Her bir adımda, ilerisine ve karanlığa duyduğum endişe; yerini merak ve zevke bıraktı. Zevk, evet, bilinmezliğe ve korkuya duyulan zevk. Bu bedenin ne kadardır korkmadığı, ne kadardır endişelenmediği ve ne kadardır ölmediği düşünülünce... Her şey bir zevkti. Belki, bir kere daha ölmek bile, bir zevk olacaktı. Tabii tüm bunlar, benim, yaşadığıma ilişkin düşüncelerdi. Hala birilerinin bana, o gaipten gelen korkunç sesin, onayına ihtiyacım vardı.

Neydim ben?
Ne olacaktım?
Bu sefer kimdim?
Ve bu sefer, kimin lanetli eliydim?


Her bir adım, beni daha lanetli ve daha korkunç bir yere çıkardı. Terk edilmiş, küften ve pastan eskimiş bir yer. Ama... Terk edilmiş değildi burası, onlarca; belki de yüzlerce ses ile bezenmişti. İnsan değildi onlar, hayır, insanlar böyle çığıramazlardı. En kanlı savaşlarda bile, insanların böyle inlediğine şahit olmamıştım. Genelde her şey, bir iki kılıç darbesinde bitiverirdi. İnlemezlerdi, çığırmazlardı, ağlamazlardı. Arada sırada, bir tanesinin bağırsakları yere dökülürdü. Kesik kesin inlerdi, kanlar içinde ölmeyi beklerdi. İnsanların kendileri hakkında bilmediği bir şeyi öğrenirlerdi, o noktada. İnsanlar, zor ölür. Evet, belki kafatasınıza saplanan bir kılıç işinizi bitirirdi. Ama çoğu zaman, insanlar sağlam orospu çocuklarıydı ve ölmeden önce saatlerce acı çekerlerdi. Kesik ve soğuk, yavaş ve sakince.

Ama bu inilti, bir insandan geliyor olamazdı. Bu inilti, bin insandan dahi geliyor olamazdı.

Yaklaşmanın bir bedeli olarak, demirden kafeslere hapsedilmiş o hayatları gördüm. 'Hayat' burada doğru kelime olmayabilirdi, 'yaşam', 'varlık' yada 'canlı' da. Onlar ne yaşıyordu, ne de canlıydılar. Binlerce büyükbaş hayvan, burada yaşamıyordu, burada ölüyorlardı! Pislik ve ölüm içinde, ölü bir rahimden doğmuşlardı. Yine o pislik içinde büyümüşler ve vakti geldiği zaman, devasa bir testere onları biçsin diye genişlemişlerdi. Kaçamazlardı, kımıldayamazlardı, yaşayamazlardı. Burada hiçbir şey yoktu, bir boşluk dışında. Sonsuz bir boşluktu burası, bir hiçlikti bu. Yitip gitmişlik. Ama asla, tamamen değil. Eğer tamamen olsaydı, biterdi çünkü, bu acı azalırdı. Geçer gider, unutulur ve geriye bir yara izi bırakırdı. Hayır, burası bir araf olmalıydı. Sonsuza kadar, asla tam olarak bitmeden ve asla tam olarak yeniden başlamadan...

Burada her şey ölürdü.
Peki ya ben, benim onlardan farkım var mı?
Neden olmasın, onlar göremiyor. Sen de öyle.
Neden olmasın, onlar yaşamıyor. Sen de öyle.
Senin yaşamıyor olman lazım. Sesi dinleme, sesi dinleme.
Geri dönmelisin. Bu haç sana göre değil. Senin inancına göre değil.
Kork buradan. Efendin seni terk etti, efendin seni terk etti, efendin seni terk etti.

Bir an için, dehşete kapılmaya izin verdim. Bir an için, yitip gitmeye; yıkılmaya ve o hayvanlardan birisi olmaya... O testerenin benim bedenimi kesmesine hazırlandım. Sadece bedenim değil, ruhumdan geriye kalan kırıntılar dahi bölünüp gidecekti. Geriye hiçbir şey kalmayacak, adalet yerini bulacak ve beni ateşe veren köylülerin torunları bir kere daha orgazm ile gerçek tanrılarının suretini göreceklerdi. Ben ise, kendi efendimin noksanlığında, bu kuytu karanlıkta tükenecektim. Yavaş yavaş, pislik ve çürümüş etin arasına karışacaktım. Onlardan birisi olacaktım ve kimse bilmeyecekti. Kimse... Kurtarılacak birisi yoktu, bir şey veya birisi. Burada olmamalıydım. Ölmeliydim.

Ölmeli.
Ölme.
Öl.
Ö.


Değerini anlat diye buyurdu. Değerini anlat dedi. Değerini anlat diye inledi. Üç kere, üç farklı şekilde, üç aynı sesle. İrkildim, doğruldum ve... Düşüncelerimden sıyrıldım. Hayır, ben bu hayvanlardan farklıydım. Onlar ölüme mahkum edilmişti, ölüm tarafından doğurulmuşlardı. Ben ise, ölüm tarafından uyandırılmıştım. Ölüm bana bir şans daha sunmuştu, ölüm için yaşamalıydım. Sesin kaynağına doğru yürüdüm. Hayvan dışkısı, çürük etler ve küflenmiş kafesler arasından geçtim. Her bir adım, tezek ile dolup şişse; ağırlaşsa da... Ölüm için çalışıyor olmak, onun beni çağırıyor olması beni güçlendirdi. Adımlarım, bir şevk ile kalktılar. Bir ölünün adımı değildi bu, bir askerin iradesiydi. Hatta bir askerden bile öte, bir lâyemutun ilerleyişiydi. O'na doğru, o'nun için, o yönde.

Geniş, ölüm çarkına yaklaştığımda... Ben ne kadar ona yaklaştıysam, onun da bana o kadar yaklaştığını fark ettim. Belki de, benden daha fazla yaklaşmıştı. Evet, tüm o da bir imkansızı başarmıştı. Oda ikiye ayrılmış bir platformdan kurulmuştu ve üstteki platform, testere ile birlikte hareket ediyordu! Bana doğru, hayvanlara doğru, bir ölüm kararlılığında... Çark ilk hayvana isabet etti. Sanki hiçbir şeye çarpmamış gibi, boşluğu yarıp geçti. Boşluk kanadı ama, fışkırdı, parçalandı. Geriye sadece düzensiz kesilmiş et ve deri yığını kaldı. Organlar saçıldı, kan aktı. Kimisi üzerime, kimisi odanın geri kalanına... Düzensizce kesildi hayvanlar, birbirin ardına. Hiç durmayan bir cehennemdi bu. Benim cehennemim değildi, onlarındı, dili ve gözleri olmayan varlıkların. Titreşimleri yavaş yavaş duran, tek bir darbe ile solukları kesilen varlıkların.

Ne var ki, bu cehennem üzerime kusuyordu. Hiç durmadan ve yılmadan. Ölümün elçisi olmak bu muydu?

Gel diye buyurdu, efendimin sesi. Gel dedi bana! Karanlığa gelmem emredildi. Yaşadıklarımın unutulması, yaşanılanın ve yaşanacak olanın hiçe sayılması buyurulduğu. Cennet veya cehennem, gerçek veya düş... Bunlar sadece kavramdı. Bunlar sadece, gerçeğin bir parçasıydı. Gerçek, bir testerenin ucu kadar somut değildi bazen. Yapmam gereken şeyi biliyordum. Yapılması gereken şey, gözlerimi kapatmaktan geçiyordu. Evet evet, karanlığa boyun eğmekten geçiyordu. Gözlerini kapat ve adım at. Boşluğa doğru düş, düş, düş. Sonsuza kadar düş, yere çarpınca parçalanacağını bilene kadar... Belki o, senin ismini buyuran, düşmene engel olur. Aynı kokuyu yok ettiği gibi, karanlığı def eder. Aynı kokuyu yok ettiği gibi, ölümü senden alır. Senin yoldaşın yapar.


"GELİYORUM, GELİYORUM LORDUM!"
"..."
"..."
"..."
"DEĞERİM, BİR'DEN FAZLA. BİR'E RAĞMEN, DAHA FAZLASI. BANA KENDİMİ KANITLAMA ŞANSI SUN!"


Testere yavaşladı ve durdu. Şıpırtılı bir sese, dört duvardan yansıdı. Her bir organ, her bir doku, her bir kemik... Duvarlar, inekler parçaları ile dekore edilmişti. Ama, burada duramayacağımı biliyordum. Durmamalıydım. O'na ulaşmak için, testerenin duruşunu fırsat bildim. Hemen atıldım ve testerenin yanından geçip, belli belirsiz görülen merdivene attım kendimi. O testere bir kere daha çalışmadan önce, koşar adım merdivene tırmandım. Bir yandan kendi bedenim içine gizlenmiş, bir kusmuktan hayat bulmuş olan anahtarın ağırlığını hissederken; merdivenden koşar adım çıkacak ve bir engel ile karşılaştığım anda, bu ağırlığı cebimden çıkardığım gibi kullanmaya çalışacaktım.

Vaadedilmiş olan lorda gidecektim.
Beni çağırana gidecek ve onu bulacaktım.
Onu öldürecek ve hakkım olan, vaadedilmiş prensliği geri alacaktım.
Ölüm bendim, ben ise ölümdüm.
İsmimin ve onurumun, deliliğimin ve şanımın, bedenimin ve benliğimin kanıtlanması için...

İlerlemeliydim. Deliliğin içinde yolumu bulmak için, ben de onlardan birisi olmalıydım. Bıraktım kendimi, akıntıya kapıldım. Sürüklenmeye, kötücül düşüncelerin zihnime nüfuz etmesine karşı koymadım. Bırak dedim, delilik beni alsın ve götürsün. Beni bir kıyıya vurduğunda, ne yapmam gerektiğini bileceğime inandım. Bu, benim son inanç atlayışımdı. İnanç dalışı. Yapılması gerekli olan şey buydu, bir daha asla geri dönemeyeceğimi bilsem de!

GM
Site Admin
Posts:39
Joined:Mon Aug 26, 2019 6:56 pm

Re: [Vaughn Percival Carrington] Ölüler kaçamaz.

Post by GM » Fri Jul 17, 2020 12:24 am

Merdivenin üzerine akan, sıcak ve taze olduğunu uzaktan tahmin edebildiğin kanı görebiliyorsun. Merdivene giden yol da benzer şekilde, merdivene tırmandıkça yerleri boyayan organlara, deriye, kemiklere basmadan ilerlemeye çalışıyorsun, her ne kadar mümkün olmasa da. Sağır edici bir sessizlik kaplıyor bulunduğun devasa odayı. Hayvanlar bağırmayı mı kestiler, yoksa korkudan taş mı kesildiler, bilemiyorsun. Korkudan ölmüş bile olabilirler, hiçbir varlık bu korkuya dayanamaz. Vücuda sığamayan, damarlardan taşan korku, belki de zihni bulanmış, hiç gün görmemiş bu hayvanları öldürüvermiştir. Bu ölümcül sessizliğin seni öldürmediği, korkutmaya yetmediği kesin. Kararlılıkla atıyorsun adımlarını. Metal basamağa her bastığında çıkan ses, tüm kalede yankılanıyor, başka hiçbir şey duyamamanın verdiği hisle beraber artık ilerleyebiliyor olmanın verdiği kırık mutluluk birleşiyor.

Merdivenler dik ve uzun bir yolculuk, kapı bulunduğun odanın tavanına yakın bir yerde dokunacak yükseklikte, duvara asılı şekilde durmakta. Kaç basamak tırmandığını sayamayacağın bir yolculuk. Oysaki attığın her adım yankılanıyor ve etraftaki her canlıya burada olduğunu bağırarak ilan ediyor. Ayakkabılarına yapışan deri ve kırık kemik parçaları her yere basışında biraz daha parçalanıyor. İleri doğru ilerliyorsun ve ilerledikçe sesin daha çok yankılandığını, başka hiçbir şeyi duyamadığını fark ediyorsun sonunda. Dünyevi hislerden uzaklaşıyorsun attığın her adımda, sonuna ulaşıyorsun tırmandığın bu büyük yükselişinin son adımlarının. Karşında bir kapı var, merdivenlerin bittiği yerin iki metre ötesinde. Ötesinde ne olduğunu bilmiyorsun, duyamıyorsun.

Kapının koluna düşmüş organ parçasının birkaç dakika önce bir boğanın ince bağırsağına ait olduğunu tahmin edebiliyorsun. Elindeki, boğarcasına sıkı sıkı tuttuğun anahtarını kapıya doğru uzatıyorsun ve kilidine tam olarak oturduğunu hissedebiliyorsun. Kilidin çıkardığı tatmin edici sesin verdiği rahatlık, kapı koluna dokunmanla birlikte bölünüveriyor. Bu dünyada hiçbir şekilde rahatlama hissedemeyecekmişsin düşüncesi zihnine yavaş yavaş oturuyor olmalı. Kapı kolu, aşırı derecede sıcak halde. Kapı da öyle. Özgürlüğün ve senin arandaki bu ince metal levhanın sıcak olması için hiçbir sebep yok.

Yine de bu sıcağa çok ufak süre de olsa katlanıyor ve kapının kolunu tutup, kendine doğru çekiyorsun.

Alevler karşılıyor seni. Kapının odaya göre dışarı doğru açılmasıyla içerdeki harlı ateş üzerine doğru geliyor, refleksif olarak geri adım atıp kaçınıyorsun. Bir iki adım geriden baktığında bu alevleri içeren odanın, mantıksal olarak burada olamayacağı hissi, göreceğin birçok şeyin önüne incecik bir gerçeklik perdesi örtüyor. Odanın, alevler saklasa bile, yüzlerce metre uzandığını görebiliyorsun, hem genişlik, hem uzunluk, ve de derinlik olarak. Kapıyı açışınla beraber sesler duymaya başlıyorsun tekrar. Küfürler. Hakaretler. Söylenmeler, bağırtılar, çağırtılar, alkışlar… Alevlerin içinden geliyor tüm bu sesler, kimsenin dayanamayacağı sıcaklarda birileri mi var bu odanın içinde? Alevler hızla yutuyor tüm bu sesleri, harlı alevin boğucu sesini dinlemek zorunda kalıyorsun. Odanın içinde gördüğün hiçbir şeyi anlayamıyorsun en başta. Gördüğünü bilsen de, zihnin bu görüntünün karşılığını sana bilgi olarak aktaramıyor. Her baktığın an, odanın içindeki görüntüleri farklı bir şekilde yorumlayabiliyorsun, her bir yorumun yanlış olduğuna adın kadar emin olsan da.

Odanın içinde, alevlerin biriktiği ve daha harlı yandığı bir yere takılıyor gözlerin, burada gördüklerini yorumlayabiliyorsun. Bir piramit biçiminde yerleştirilmiş pasparlak platin kaplı kalın demir parçaları, bir haçı desteklemesi için yere kurulmuşlar. Haç, grotesk şekilde, yerçekimine yenilmiş de yana eğilmiş şekilde alevlerin kondense olduğu tarafın tam ortasında, fakat bu haç yapısı paslı ve çirkin metal silindirlerden yapılma. Elbette, bu haçın üzerine biri gerilmiş. İnsansı bir formda, ama bir insanın sahip olamayacağı kadar keskin hatlara sahip. Yerdeki piramit gibi pasparlak, fakat iyi anatomi bilen bir ressamın yapacağı resimlerin taslak çalışmalarını andırıyor. Gözlerinin olması gereken yerde bir çift oyuk var, fakat bu platin yüzeyin üzerinden gözlerinin akıp gittiğini görebiliyorsun. Sıcak, bu platin figürün gözlerini eritip akıtmış olmalı. Ağzı yok, kulakları yok, onu ayırt edebilmeni sağlayacak hiçbir özellik taşımıyor. Eklemleri öylesine sert gözüküyor ki, hiçbir zaman oynatılmamış ve bir daha asla oynatılamayacakmış gibi duruyor. Kaslı vücudu, erkek vücudu ideasının tam yansıması gibi dursa da, cinsel organı taşıması gereken bölgede dümdüz bir boşluk görebiliyorsun, gördüğün Helen heykellerine benzetiyorsun. Eğer gözleri olabilseydi, tam seni görebileceği bir açıyla duruyor olurdu. Figür, tenine değen sıcaklığa karşılık veremiyormuş gibi duruyor. Hareket edemiyor. Kaçamıyor, kolları arkasındaki amorf paslı demirlere bağlanmış durumda. Ağzı yok ve bağırmak zorunda. İçeri baktıkça, odanın içindeki mide bulandırıcı kara mizahı görebiliyorsun.

Bu odadan ilerleyemeyeceğini fark ettiğin zaman, bulunduğun yerden etrafa bakma fırsatı buluyorsun birkaç anlığına da olsa. Devasa testerenin hayvanları kesip etleri döktüğü yerin karanlık bir yarık değil, bir sarnıç olduğunun farkına varıyorsun. Aşağı doğru giden bir merdiven olmasa da, aşağı inmek istersen bunu yapabileceğinin farkındasın. Sonuçta yüzlerce kilo et, bir yere gitmiş olmalı.

Post Reply