Yıldızgören

Rahab
Posts:8
Joined:Wed Aug 28, 2019 8:14 pm
Yıldızgören

Post by Rahab » Sun Sep 01, 2019 1:39 pm

Hançerini ileri doğru savurdu Yıldızgören, sanki havayı ikiye ayırmaya uğraşıyordu. Öylesine hışımla savurmuştu ki, Marma’yı ikiye ayırmaya çalışıyor sanabilirdiniz. Hançerinden kara, balçıksı bir sıvı ileri doğru fışkırdı, bir kısmı da sarığına gelmişti. Kumların üzerine dökülen sıvı hayat buldu bir anda. Hareketlenmeye yeltendi, can çekişen bir solucan gibi. Bir cenin gibi toplandı ardından, tepsi gibi düzleşti. Önce gözleri, sonra ağzı şekillendi. Simsiyah mekruh balçık, lanet yüzünden dünyaya varan bir yaratığa evrildi. Etinden tırnağı koparılan bir kedi gibi bağırdı yaratık, çocuğu ölen bir anne gibi feryat etti. Vücudu ikiye bölündü, ama tamamen ayrılmadı. İlk kısımda kafası kaldı, ikinci kısım da bir kola dönüştü hızlıca, parmakları şekillendi ardından. Hareket ederken vücudunun parçalarını kumda bırakmıyordu artık. Kolu olan bir kum yılanı gibi, kumdan güç alarak doğruldu. Yaratık tam o an dünyaya varma amacına nail oldu. Karşısındaki devasa gudubete karşı çekmeye başladı kendini tek eliyle. Kumları aşarak hızlı hızlı ilerliyordu. Kafası bir orkide çiçeği gibi açıldı yavaşça, tam o sırada dişleri oluştu. Nefes alıp veriyordu hızlı hızlı. Her nefes aldığında acı çektiği daha net şekilde belli oluyordu. Hayattaki tek amacına doğru kendini hevesle çekmeye başladı, heves ve acıdan başka hiçbir his duymayan o “şey”.

Kapkara gözleri ölümden başka bir şey görmüyordu, kalbinden irin gibi akan nefreti, zihnini, bedenini, uzuvlarını ele geçirmişti teker teker Yıldızgören’in. Şakaklarındaki damarlar patlamak üzereydi acıdan. Saatlerdir güreşiyordu bu yaratıkla, nafile ki ikisi de birbirine karşı üstün gelemiyordu. Hançerini dümdüz tutu, kendine nefes alabilecek birkaç saniyelik boşluk yaratabileceğini düşünüyordu bu hareketiyle. İğrenç yaratık üzerine atıldı Yıldızgören’in. Yerdeki balçıktan solucan ise kumların arasında sıkışmış bir dala tutunup kendini yukarı doğru fırlattı, yaratık Yıldızgören’e doğru süzülürken. Sırtındaki kollardan birine yapışıverdi sülük gibi, sapladı dişlerini.

Yıldızgören bu ilkel saldırıdan zıplayarak kaçabileceğini düşünmüştü ama kaçamadı, yaratık bir dudağı yerde bir dudağı gökte ağzıyla yakaladı Yıldızgören’in ayağını. Ön dişlerinin arasında ezdi bileğinden koparıp ayağı. İnsan kanıyla doldu ağzı bir anda, taştı kazulet dudaklarının kenarlarından. Tereddüt etmeden yedi Yıldızgören’in ayağını, arka dişlerinin arkasında ezdikten sonra. Kemikli bir ayaktı, yıllarca çölde yaşamaktan dolayı mantarlıydı parmaklarının arası Yıldızgören’in, fakat yaratık bunları anlayamazdı. Fark etmezdi de zaten. Hatta, kemikler ezilip kırılırken çıkardığı ses hoşuna bile gitmişti. Kopan ayağı dişlerinin arasında ezerken fışkıran kan, damağına, diş etlerine, dişlerine doldu yaratığın. Ayağın derisi çürük, kahverengi dişlerinin arasına sıkıştı.

Yıldızgören ise kahır bela kurtardı kendini kendi ayağından, yere düştü iki metreden. Sarığı düştü kafasından, yuvarlandı ve durdu bir yerlerde. Acı içinde bağırdı, ama pes etmesine imkan yoktu. Cebine uzandı acı içinde. Kopan ayağının yerinden fışkırıyordu kan, kumlara değen kısımlarına ise kum yapışıyordu. Bembeyaz kesilmişti bir anda esmer adam. Mizaç olarak ciddiydi, zayıfçaydı. Gür bir bıyığı, gür kaşları vardı, sakalı yoktu. Senelerce dövüşmenin ona getirdiği kas kütlesi, gözlemevinde geçirdiği 2 yılda eriyip gitmişti. Yine de dövüşmeyi biraz olsun unutmamıştı Yıldızgören, hamlamıştı biraz sadece.

Cebinden bir bez bebek çıkardı. İşaret parmağından biraz daha uzundu, ipten yapılmıştı, halat rengindeydi. Gözlerinin olması gereken yerde ise siyah iple yapılmış iki adet çarpı işareti vardı.

Ummum. Rahkum. Rabum. Kapansın gözleri, perde çekilsin! Yediği son şey uzvum olsun!” diye fısıldadı Yıldızgören, yaratık ayağın tadını doyasıya çıkarırken. Olmayan ayağına doğru uzattı bez bebeği, kendi kanıyla ıslattı onu. Yüzüne götürdü ardından bebeği, suratına sürdü. Alnına, saçlarına sürdü. Kendi kanıyla ıslandı göz kapakları. Simsiyah saçlarına kan rengi hareler düştü.

Gerildi ardından Yıldızgören. Yattığı yerden elini geriye doğru götürdü, başının arkasına doğru ve bez bebeği mekruh yaratığın yüzüne doğru fırlattı, şeytan taşlarcasına. Öylesine hışımla fırlattı ki, bebekle zarar vermeye çalıştığını düşünebilirdiniz. Bebek hava süzülürken değişti bir anda.

Kocaman, bir saman balyası kadar büyük bir at sineğine dönüştü bez bebek bir anda. Büyüdü, bozuk, su kenarında kalmış bir et parçası gibi şişti. O büyük etten topun kanatları çıktı en başta, ardından yüzü, vücudu şekillendi. Sineğin vücudunun her kısmında, iğne başı kadar büyük oyuklar oluştu koyu ve ışığı kırıp harelendiren bir yeşil renginde. Oyuklar gitgide genişledi. Ardından kara bir sıvı doldu o boşluklara, kendi etrafında oyuğun içinde dönmeye başladı sıvı. Bir göz gibi şekillendi ardından tüm oyuklar. Birkaç saniye içinde, vücudunun her yerinde gözler açtı sinek. Hızlandı havada, dümdüz şekilde yaratığın kafasına doğru uçmaya başladı.

Öyle hızlı uçtu ki, cama çarpıp düşen sinekler gibi, duvara çarpan bir taş gibi çarptı yaratığın suratına, ve bir kartopu gibi yapıştı. Yapışan kısımları tekrardan o siyah balçığa dönüştü, fakat bin gözlü sinek tutundu yaratığın gözlerine, balçık yayıldı suratında. Gözlerini kapattı kazuletin, bir daha açılmamak üzere. Yaratık bütün elleriyle gözündeki şeyi çıkarmaya çalıştı, ama nafile. Lanetleri ellerinizle söküp atamazsınız ki. Yaratık konuşmayı bile bilmiyordu zaten. Acı çekiyordu ama, kesinlikle yadsınamaz.

Yıldızgören’in midesi bulanmaya başladı bir anda. Bunu bekliyordu zaten, güçlü bir lanet etmişti yaratığa. Midesinden yükselen şeyi hissettiği anda ise kusacağını anladı ve suratını yana çevirdi. Açtı ağzını.

Ağzından kendi kanına bulanmış onlarca tenya kustu. Döküldü ağzından hepsi teker teker. Ağzında kalan tenyaları tükürdü Yıldızgören, tiksiniyordu. Kıpırdamaya çalışıyordu hepsi, hareket etmeye, diğer tenyalardan kurtulmaya. Her biri bir karış uzunluğundaydı. Kumun üzerinde dağıldılar. Kanla kaplı olanlar kumlara saplandılar. İstemeden öğürdü Yıldızgören. Kumların içine girdi bazıları, dünyanın derinliklerine ulaşabilmek için. Farklı yönlere gittiler, çölde izlerini bırakarak. Bazıları düşer düşmez öldüler. Onlar ölürken, Yıldızgören kan kusmaya devam etti. Kendi kanını kustu. Kendi kanını kusarken gözleri ve kulaklarından kanamaya başladı. Sol elinin tersiyle sildi gözlerinden akan damlaları, yayıldı kan damlaları yüzünde. Sürmeli gözlerindeki sahte boya dağıldı suratında. İri, kemikli çenesi soldu gitgide, beyazladı derisindeki her zerre.

Ellerinin üzerinde yere kapaklandı yaratık, kumlara sürttü yeni yüzünü. Elleriyle çekemeyince yüzündeki garabeti yüzünden, yumruk atmaya başladı kafasına. Lanetleri dövemezsiniz ki. Gittikçe daha sert vurdu bin gözlü sineğe. Gittikçe sertleşti darbeler, kafa tasından kırık sesleri duyuluyordu. Sinek gittikçe daha çok yapıştı yaratığın suratına her darbede. Gittikçe daha da çirkinleşti, gittikçe yayıldı balçık, açılıp kapandı gözler her darbede, etraftaki her yere bakabilen bir canlıydı o, her ne kadar canlı denebilirse. Burun deliklerine doldu, gözlerinden içeri aktı. Burnundan nefes alamayan hayvan iyice sinirlendi. Sinirlendikçe daha da zayıfladı. Kendini sağa sola vurdu kızgınlıkla. Bütün ellerini yere vurdu kumlara. Çırpındı son bir nefes için. Onu bile alamadı. Aldığı canların çekemediği nefeslere saysın! Kahpe yaratık, köküne kibrit suyu.

Yıldızgören, sırtına asılı gürgen ağaçtan yapılma sopasını çıkardı. Bu sopa, çölü aşmaya çalışırkenki tek arkadaşıydı. Artık olmayan ayağına destek olsun diye ona dayanarak ilerledi, hançerine sıkı sıkı sarılarak. Nasırlanan elleri sayesinde hissetmiyordu artık eskisi gibi. İlk dövüştüğü günler aklına geldi. Hançerini lanetlediği gün aklına geldi. İlk aşık olduğu gün... Yaratığa doğru ilerledi. O kızın adı neydi?

Yaratık gittikçe daha çok debeleniyordu. Bir dakikadır nefes alamıyordu, sonu yakındı. Yıldızgören ise tek ayağı üzerinde sekerek, sopasından güç alarak ilerliyordu. Yanına yaklaştı iyice, hatta gereğinden fazla yaklaştı. Gerindi Yıldızgören, tek ayak üzerindeyken. Hala kanıyordu olmayan ayağı, hala ayağı varmış gibi hissediyordu. Sopası parladı Marma’nın beyaz ışığında, değişti sonra. Uzadı, uzadı, uzadı. Tahta ise şekil değiştiriyordu o sırada. Ufak eller peydah oldu sopanın üzerinde, sanki bebek elleri gibi. Birkaç tane daha çıktı, sonra birkaç on tane daha. Ellerle kaplandı bütün sopa, sanki budanmış bir ağaç gibi. Uzadı o eller, kollar da çıktı ardından, hepsi tahta renginde ve dokusundaydı. Havaya uzattı sopasını. O kadar uzamıştı ki sopası, neredeyse yaratık kadar olmuştu. Sopayı savurdu yaratığın üzerine, bir “pat” sesiyle indirdi.

Yaratık hala can çekişiyordu. Ağzından, nefes alamadığına dair sesler çıkarıyor gibiydi. Belli ki yaratık, ağzından nefes alamıyordu. Sopanın düşmesinin ardından eller hareketlendiler. Delirmiş bir bebeğin elleri gibi, yaratığa yumruklar atmaya başladılar. Çok küçüktü hepsi, tahrip güçleri düşüktü. Ta ki, bazı eller, yaratığın etine girene kadar. Girdiler, avuçlarının koparabildiği kadar et parçasını kopardılar ve kenara fırlattılar. Küçük küçük, fakat onlarca el bir anda parçalamaya başladılar yaratığı. Kan gövdeyi götürüyordu gerçekten. Her kopan et parçasında çığlıklar attı yaratık, her kopan etin yerinden kan fışkırdı biraz daha. Yaratığın bedeni çok ufak parçalara ayrılıp sağa sola atılıyordu sopadaki eller tarafından. Yaratığın göğsüne dair hiçbir şey kalmamıştı, sırada ciğerleri vardı. Öyle hırslı işçilerdi ki o eller, kemik, kas, damar demeden bedenden kopardılar ve attılar kenara, havaya, kumlara.

Yaratık artık durması için yalvarıyor gibiydi. Acı durmadı. Durmadıkça sinirlendi yaratık. Sinirlendikçe debelenmeye başladı. Debelendikçe acı çekiyor, kaslarını kullanmaya çalıştıkça bedeninden, daha çok et fışkırıyordu, ve daha çok kan.

Yaratık acıya daha fazla dayanamadı ve tuttu sopayı, kendine doğru çekti. Sopayı tuttuğu anda eller yaratığın elini yumruklamaya, parçalamaya başladılar. Parmaklarını koparıp kumlara attılar. Ama yaratık sopayı çekmeye devam etti acıya dayanarak.. Yıldızgören ise alışık değildi tek ayak üzerinde durmaya. Bir anda düşüverdi yaratığın üzerine. Yaratık, mucizevi şekilde çektiği acının kaynağının üzerine düştüğünü anladı, ve uzattı parçalanmamış bir kolunu, yakaladı Yıldızgöreni kolundan.

O kadar çok acı çekmişti ki yaratık, kurtulamayacağını anlamıştı belki de, Yıldızgören’e zarar vermek tek amacı haline gelmişti. O kadar hızlı çekti ki Yıldızgören’i kolundan, kopuverdi sol kolu. Acı içinde haykırdı o da, ama yaratığın feryatları bastırdı sesini. Zaten bağıracak gücü de kalmamıştı. Yıldızgören’in kolunu ağzına götürdü yaratık, tatlı kanın, kıkırdağın, iliğin son bir defa tadına bakabilmek için. Yıldızgören, yaratığın son yediği şey uzvum olsun demişti, lanetlerin böyle şairane etkileri de vardır.

Bir yandan ölüme gidiyordu yaratık, göğsü, ciğerleri ufacık tahtadan eller tarafından parçalanıyordu, o yine de kurtulmayı denemek yerine iptidai zevklerinin kurbanı olmuştu, son bir defa. Ağlamaya başladı Yıldızgören, acıdan. Dişlerini öyle çok sıkıyordu ki, kanıyordu diş etleri, dişlerinin kırıldığını hissedebiliyordu. Ortam sessiz olsa duyabilirdi ama, kendi kolunun iki diş arasında ezildiğini düşündükçe, beyninde yankılanıyordu kırılan kemiklerinin sesi. Her türlü işkenceye, manyakça zorbalığa ve parçalanmaya bile maruz kalsa da, mutlu ölmüştü yaratık. “O kızın adı neydi?” Dedi Yıldızgören kendi kendine. Belli ki acıyı hissetmiyordu artık. Yaratığın neredeyse tamamen parçalanmış vücudunun üzerine çıktı, vücudunun üzerinde ayağa kalktı. Gözlemevinde geçen zamanı geldi aklına. Çok olmamıştı, insanların ona Yıldızgören diye seslenmeye başlamasının ardından. Birkaç on yıldır bu sıfata sahipti. Ondan önceki ismini hatırlamıyordu bile. İnsan ismini unutur mu hiç? "Annemin ismi neydi?" Gülümsüyordu Yıldızgören, her türlü pisliğe, etrafındaki şeytan işi büyülere, zebani yaratığın cesedine, ve... geçmişine.

Korkmam.
Korku zihin katilidir.
Korku yıkım getiren küçük ölümdür.
Korkunun içimden geçip gitmesine izin vereceğim.
Geçip gittiğinde bıraktığı izlere akıl gözümle bakacağım.
Korkunun gittiği yerde hiçbir şey olamaz.
Sadece ben olacağım.

Diye fısıldadı Yıldızgören içinden. Güç buldu bu sözlerle. Maksat buldu, biraz daha dayanma gücü buldu.

Yaratığın parçalanan iç organlarının arasına daldı zar zor hareket ederek. Nefes nefeseydi, çok yorgundu. Tahta eller o yaklaşınca parçalama işlerini bıraktılar. Yıldızgören kafasını soktu yaratığın parçalanmış, geriye bir et yığını kalmış iç organlarının arasına. Hala devam ediyordu kanama, ıslattı saçlarını bu kanla, yüzünü, kafasını yıkadı, tek kolunu kullanarak. Aslında iki kolunu da kullandığını düşünüyordu o an. Uzuv kaybına uyum sağlamak ne kadar sürer ki? Yıldızgören’in 2-3 dakikası kalmıştı bu hayatta geçirebileceği. Çıkardı kafasını organların arasından. Öyle iğrenç kokuyordu ki, böyle ölecek olmak, düşünebileceği en büyük onursuzluklardan biriydi. Ama görev, onurun üzerinde gelir.

Ummum, Rahkum, Rabum, Sêppum, Marman, Kurban.
Lanetliyorum. Tüm dünyayı lanetliyorum.
Tüm dünyanın köküne kibrit suyu. Hepsi cehennemi boylasın. Herkesin yaşayacak bir günü kalsın. Kimse bugünün şafağından daha fazla yaşayamasın.
Hargan, El-Hafzan, İrgan, Tufan, Ummum.


Lanetlerin şairane etkileri vardır demiştim... Değil mi?

Post Reply