Page 1 of 1

[Bükre Hatun] Ölüler korkamaz.

Posted: Sun Sep 22, 2019 11:09 pm
by GM
Ciğerlerin gittikçe hatırlatıyor sana artık yaşlandığını. Zorlandığını. Artık eskisi gibi değilsin. Dünyanın sahipleri senin ellerinden doğmuyor. Sen artık değersiz birisin, bunu yaşadıkça daha rahat görebiliyorsun. Kaldı ki hastalığın da bunu sana hatırlatıyor. Rastgele, unutulabilir bir hastalık. Krallara layık değil, insanları ürküten bir salgın değil, bir kılıç yarası değil, ucuz bir hastalık sadece. Şatafatlı dünyanın gri kızlarından olan sen yavaşça hayata veda ediyorsun ve yanında kimse de yok. Zor, böyle düşününce hayat. Vefasız insanlar, onlara yaptığın iyilikleri unutuyorlar. Vefasız insanlar, cihan imparatorlarının ilk başta sana dokunduklarını unutuyorlar. Sen, Allah’ın yeryüzündeki gölgesine dokunan ilk kişisin. Ve Bükre Hatun, artık yaşamda doldurduğun bu aciz, fani bedeni toprağa iade etme vaktin geldi.

Vücudu ölürken soğur insanların, sen ısınıyorsun yavaşça. Bu Dünya’yı terk edeceğini anladığın zaman ise pek uğraşmıyorsun artık. Sen yoruldun, sen bu dünyada Bükre olarak yapabileceğin her şeyi yaptın. Sen yeni hayatlar verdin insanlara, sen hizmet ettin, sen mutlu ettin, sen gelecek getirdin. Ne kadar da bilsen, doğumuna yardımcı olduğun oğlanlardan sadece birinin yaşayacağını, sen elinden geleni yaptın. Göz kapakların gök kubbe kadar ağır. Ciğerlerinin acısı her saniye artarken, yorganına daha sıkı sarılıyorsun. Etrafında kimse, hiçbir şey yok yalnızlığından başka. Sen yalnız yaşadın, yalnız büyüdün. Yalnız ölüyorsun. Kimse yok etrafında, paramparça ruhun, sen üzgün olduğunu daha hissedemeden seni terk ediyor.

Bir çığlık sesi uyandırıyor seni uykundan… fakat, gözlerini açamıyorsun her ne kadar istesen de. Ellerini oynatmaya çalışsan da nafile, neyse ki ciğerlerin acımıyor. İçinden dua okumaya başlıyorsun, dışından da duyurmak istesen de ağzını oynatamıyorsun. “Yardım edin…” diye bir ses duyuyorsun. Bir çığlık, sahibini tam çıkaramadığın. Onlarca şey gelse de zihnine, açıp ağzını söyleyemiyor, iletemiyorsun. Bu sefer anladın… Zaten böyle şeyler senden çok da kaçmaz!

Sen öldün.
Azrail’i bekliyorsun.

Doktorlar geliyor seslerini duyabiliyorsun doktorların. “Ölmüş.” Diyorlar senin için. Öldün mü ölmedin mi bilmiyorsun ama nefes alamadığına eminsin. Onlar dediyse doğrudur gerçi, sen nereden bileceksin ki? Ayna tutuyorlar burnuna, fakat nafile. Odada konuşulan her şeyi duyabiliyorsun. Bazısı seviyor seni, bazısı da sevmiyor. O şıllık kızlardan biri ise senin hakkında konuşuyor. “Allah rahmet eylesin. Allah-u Teala cennetine alsın.”

Gittikçe daha sinir bozucu olmaya başlıyor bu durum. Azrail’le didişmek istemediğin için en başta duruyorsun, hatta susuyorsun. “Nefes” denen olgudan sıyrılıyorsun. Hiç nefes almadan hayatın sürüyor. “Vücut” denen olgudan sıyrılıyorsun. Kolların ve bacaklarının nerede olduğunu bile kestiremiyor, sırtını, vücudunu hissedemiyorsun. Bu daha önce hiç hissetmediğin bir şey. Düşüncelerin değişiyor yavaş yavaş. Fakat sesleri duyabiliyorsun, o değişmiyor. “Bırakın beni, ben buradayım bakın!” Diye bağırabilmek belki de en çok istediğin şey. Fakat Azrail gelip canını almıyor. Seni burada unutmuş olabilir mi? Avazın çıktığı kadar bağırmak, kendini Azrail’e hatırlatmak tek endişen haline geliyor. Öldün mü ölemedin mi?
Belki de ölemedin. Ölmeyi başaramadın. Kim ölmeyi başaramaz ki, belki de yapman gereken bir şey vardı ve hayattayken onu yapmadın. Bilincin açık, Bükre. Ama ölemedin.

Cenaze namazını duyabiliyorsun. Kim kendi cenaze namazını dinleyebilir ki? Sen. İyi biliyorlarmış. Geçiniz bunları, yardım etsenize şu yaşlı ebeye, huzur içinde gitsin artık Allah’ın cennetine. Mezarlığa götürüyorlar bedenini bir tabutun üzerinde. Sultan Süleyman taşımış tabutunu, en azından öyle duyuyorsun. Büyük bir şeref olduğunu idrak etsen bile aklından geçen tek şey sana yardım etmesi. Sana nasıl yardım edebilir ki? Sana sadece Allah-u Teala yardım edebilir.

Üzerini toprakla kapatıyorlar, duyuyorsun. Birkaç saat sonra ise bütün sesler kesiliyor, toprağın altında kalıveriyorsun. İki gün içinde kurtuluyorlar cesedinden. Peki bilincin? Neden hala buradasın? Bedeninden çıkıp cennetine gitmedin, hala olduğun yerdesin. Sanki bir şeyi yanlış yapmışsın gibi, sanki yanlış davranmışsın gibi. Saatler geçip günler oluyor. Günler geçip haftalar oluyor. Sen hala düşünüyorsun. Azrail’in gelip ruhunu almasını düşünüyorsun, istiyorsun ve arzuluyorsun. Toprağın altındasın ve hala buradasın. Ölüsün ve hayattasın. Varsın ama yoksun. Hiç acı yok. Hiç duygu yok. Hiç insan yok. Hiç ışık yok. Kurtuluş yok.

Yavaş yavaş umutsuzluğa düşüyor narin zihnin. Kayboluyorsun. Sadece bilinçsin artık, boşluktasın. Toprağın altında bir hiçsin. Bir hiç, Bükre’ye yakışan bir son. Kimsenin hatırlayamayacağı bir kadın. Kimsenin hatırlayamayacağı biri. Kimsenin düşünmeyeceği bir… şey.

Yıldızlar ne kadar güzel kim bilir şu an, sen toprağın altında ölmeyi beklerken. Seneler mi geçti, yoksa saatler mi? Belki de yüzyıllardır altındasın toprağın. Anlayamazsın ki, saat kavramı senin için hiçbir şey ifade etmiyor artık. Sultanlar değişti belki padişahlar gelip gitti. Osmanlı Hanedanlığı tüm cihana hâkim oldu mu? Üç cihanın hükümdarı, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi Sultan İkinci Süleyman Han vurdu mu tüm düşmanlarının kellesini? Her şeyden daha önemlisi… bunlar senin umurunda mı?

Hayatını sürdürdün, yıllar geçip gitti. Sen öldükten sonra da öyle, geçip gitti mevsimler, sen yağmurun kokusunu da unuttun, güzel bir günbatımı izlemedin. O Saray’dan hiç çıkmadın, çıktıysan da asla dışarıyı göremediğin bir bahçenin içindeydin. Sonuna kadar hizmet etmek için. Evet, sen bir hizmetçisin. Hanedanın ufak bir tozusun. Hiçbir kitapta adın geçmez. Seni hatırlayacak kimseyi bırakmadın ardından. Bütün bunlar neden senin umurunda olsun ki? Bütün bunlar, sadece sen ölene kadar işine yarardı. Şimdi ise… Milyonlarca yıldır toprağın altındasın.

Rol yaptın, aralarına girdin. Seni kabul etsinler, seni köle diye satmasınlar diye dinlerini kabul ettin, kendi dininden vazgeçtin. Anneni, babanı bıraktın ardında. Hem de öyle bıraktın ki, seslerini unuttun. Yüzlerini, kokularını unuttun. Geçmiş o kadar uzakta ki, çocukluğun ve yaşlılığın arasında hiçbir fark yok gibi. Geçmiş artık silindi gitti, sen gidemedin. Azrail seni unuttu ve toprağın altında kaldın. Her ölen böyle mi kalıyor? Dünyada, sonsuzluğa dek. Diğerleri umurunda mı?

Uyan artık. Rol yapmak zorunda değilsin. Sen Bükre misin? Yoksa o barbarların sana koyduğu bir isim mi bu? Başkalarının sana koyduğu isimle öldün ama… Belki de, kendi isminle yaşayacaksın.

Uyan artık…
Maja.

Kölelik yılların geride kaldı artık. Acılar geride kaldı artık. Anılar geride kaldı.

Uyan artık.
Maja.

Derin bir nefes alıyorsun. Son nefesin.

İlk nefesin.

Re: [Bükre Hatun] Ölüler korkamaz.

Posted: Tue Oct 15, 2019 10:15 pm
by Bükre Hatun
Buradan geri dönüş yok biliyorum. Aldığım her nefes biraz daha ağırlık bindiriyor bedenime. Sanki bütün tırnaklarım etimden geçerek saplanıyor parmak eklemlerime. Yüzlerce saç telim, artık birer diken. Tüm bu yüke rağmen yapabileceğimi düşünmüştüm oysa ki. Hekimlerin reçetelerine biraz daha katlanırsam sıhhatime kavuşacağımı, ayaklanıp bir oraya bir buraya tekrar dolanabileceğimi düşünmüştüm. Kızlarıma daha fazla eğitim verebileceğimi. Oğullarımı daha çok izleyebileceğimi... Ben doğurmasam bile, benim çocuklarım değiller miydi onlar sanki?

Daha da fazla küçüldüm yorganımın altında. Beni biraz daha ısıtmasına izin verdim kat kat örtülerin ve son bir kez kapattım göz kapaklarımı. Bana acı veren her şeyin yavaş yavaş geri çekilmesini dinledim sessizce. Göğsümdeki ağırlığın da çözüleceğini ümit ettim, mahmurluk üzerime son bir kez çökerken. Düşündüm, geride bırakacaklarımı, yaptıklarım ve bir daha yapamayacaklarımı. Fakat ne kadar düşünsem de bir sonuç elde edemedim. İnsanın yapacakları biter miydi ki? Yaptıklarından hoşnut kalmasa, elinden ne gelirdi? Düşünmekten de vazgeçtim, daldım iyice. Rahat bir sıcaklık sardı bedenimi ben daha da yok olurken, ve merak ettim. Hep böyle miydi ki?

Bir de, sonunda böyle yaygara kopacağını bilsem, hiç uyur muydum sanki?

Sıçramak istedim yatağımda, gözlerim fal taşı gibi açılırken. "Durun ne oluyor?" diye çığrınmak, "Destursuz girilir mi böyle?" diye hayıflanmak istedim. Bağırmak için açtığım ağzımdan hiçbir kelime çıkmadı. Kelimeleri oluşturacak hiçbir hece, heceleri oluşturacak tek bir nefes bile. Her şey bir su gibi berraktı halbuki, fakat göz kapaklarımı kaldırabildiğimden bile emin değildim. Ellerim, parmaklarım. Gıdım kadar hareket ettiremiyordum hiçbir yerimi. Gerçekten son gecemdi demek ki. Gerçekten gitmiştim fakat neden nacizane bir aynanın yansıması gibiydi her şey?

Peki bu istek nedendi ölü bedenimdeki, kalkıp hayata devam etmeye dair? Karanlığa gömülmek istemiyorum. Toprağın nemi yapış yapış, kokusu artık işlev görmeyen ciğerlerimi yakıyor. Işığı tekrar görmek istiyorum, burada kendi zihnimle başbaşa kalmak dayanılmaz bir acı. Arafta mı kaldım? Arafta kalacak ne yaptım? Gitmek istiyorum, veya geri dönmek. Saraya, odama dönmem gerekli. Süleyman'ın henüz hiç çocuğu olmadı. Haremdeki kızlara hiç güvenilir mi bunca şehzadesiz yıldan sonra? Ya bir şey danışmaları gerekirse, ya gerektiğinde danışacak birilerini bulamazlarsa? Oraya ben gerekliyim, benim yerim burası değil. Bir hiç gibiyim burada, ismi cismi olan, yer kaplayan bir hiç.

Böyle miyim artık yani, hayatım tekrar mı tepetaklak olacak? Bu sefer ne kadar sürede alışacağım? Aylar, yıllar, yüzyıllar sonra mı? Maja'yı unutmam yıllarımı aldı. Tarihimin yıpranmış sayfalarından adını sildiğimde yirmi sekiz yaşımdaydım. Burada kim olacağım? Nasıl davranacağım?

Tekrar değişmek istiyor muyum, emin bile değilim. Aslına bakılırsa ilk seferinde de hiç istememiştim.

Doğurttuğum bütün çocuklar geçti zihnimden son bir kez. İyileştirdiğim bütün kadınlar ve eğittiğim bütün kalfalar. Sanatımın en ince detaylarını sakınmadan anlattım onlara. Çocuklarımın kanlı kavgalarını ciğerim yana yana izledim. Babamın elden ayaktan düşüşünü izleyeceğim yaşlarım, dedikodulara kulaklarımı kapatmakla geçti. Annemin gülüşünün yerini yıllar önce sultanların sesleri aldı. Hata mı etmiştim, Bükre olarak kalmakta, hizmetkar olmakta? Sarayı terk edip kendi ailemi kurabilirdim. Birbirlerini öldürmeyecek oğullar doğurtabilir, öz kızlarımın büyüyüşüne şahit olabilirdim. Köle olarak sürüklenmezdi hiçbiri üstelik. Daha ne olduğunu anlamadan koca bir imparatorluğa satılmaz, beni arkalarında bırakıp geçmişlerini unutmazlardı belki de.

Maja'nın cezası mıydı tüm bunlar?

Annemin adını bile hatırlayamadığım için mi buraya tıkılıp kaldım şimdi?

Eğer öyleyse, çözümünü biliyorum çünkü bu meselenin.

Öldüğümden beri kaç zaman oldu umursamadım. Toprağın altında geçirdiğim vakte ihanet ettim ve göğsümü yakan havayı misafir ettim ciğerlerime. Kim bilir ne kadar geçmişti son nefesimin üzerinden fakat yine de her saniyesini hatırladığım, güzel ve tanıdık bir histi.

Maja ile tekrar bir olmanın da böyle memnun edici bir his olmasını ümit ettim.

Re: [Bükre Hatun] Ölüler korkamaz.

Posted: Mon Oct 28, 2019 10:12 pm
by GM


Ciğerlerin, uykunun bitişiyle canlanıyor. Başka bir uyanış bu, her sabahki güneş değil bu ışık. Ne zamandır böylesine dolu dolu bir nefes çekmiyordun ciğerlerine. Canlıyken de öyle. Gençliğin ateşi mi bu hissettiğin kalbindeki atış? Sesler duyuyorsun gözlerini açarken.

Kızıl bir geceye uyanış. Bağırışlar duyuyorsun. Kadınlar ağlıyor, çocuklar da öyle. İtişmeler, kakışmalar, kaçışan atlar. Kadife, pahalı bir halının tam ortasında diz çökmüş halde uyanıyorsun. Acı dolu çığlıklar bunlar, ölümün rüzgarları burada esiyor. Tüm güçleriyle ağlayan bebekler, avazı çıkarcasına yardım istiyorlar, bir yardımın gelip gelmeyeceğini anlayamadan. Kuşatma altındaki bir şehir bu, içerideki kimsenin canlı çıkamayacağı bir ölüm tuzağı. Yüce İstanbul değil burası, kokusundan, renginden, bulunduğun odadan bile bunu anlaman mümkün. Beşgen bir oda burası, tam ortasında kadife, kıpkırmızı bir halı, geri kalan her yer bembeyaz mermer. Dizlerinin üzerinde doğrulurken birkaç şey fark ediyorsun. En önemli farkındalık, ayağa kalkarken dizlerinin ağrımaması.

Gençliğin gücünü tüm eklemlerinde, boynunda, kaslarında hissediyorsun. Mutluluk doluyor bir anda gözlerine, bu yok olan şehrin tam ortasında. Odayı aydınlatan mumlar gençliğine selam durup harlanıyorlar. Saçların gençliğine hürmeten sallanıyorlar, bir söğüt ağacı rüzgârda sallanırmış gibi. Düşme korkusu yok oluyor. Ölüm korkusu uzaklaşıyor. Kulağındaki çınlama gidiyor, yorgun kasların kilometrelerce koşmak, arşınlar atlamak, durmamak istiyor. Böylesine enerjik hissettiğin anları unutalı seneler geçmişti, canlı olduğun hayatında bile. Kim seni durdurabilir ki? Yumruk atarak dağları devirebilirsin sen. Şu gençliğine bak, şu hayatın enerjisine bak!

Çok uzaklardan gelen sesleri hiç zorlanmadan duyuyorsun artık, kulakların eskisi gibi işitiyor. Dümdüz ayağa kalkabiliyorsun artık, omuzların, başın eskisi gibi ağır değil. Zihnin bulanık değil, en karlı dağlardan gelen kaynaklar kadar berrak. Çiçeğin tekrar açılıyor, budaklanıyor. Düşünebiliyorsun. Hissedebiliyorsun. Koşabiliyorsun. Gençliğin sana tekrar bahşediliyor. Yanaklarının, ateşinle kızarıyor. Hayata, bu ölen şehirde geri dönüyorsun.

Omuzlarından başlayıp yerlere kadar uzanan cübbene takılıyor gözlerin. Bu ne bir kaftan ne de bir basma fistan. Bir hayvanın derisinden yapılmış gibi ama, tam olarak vücuduna oturuyor, içindeki kıyafetlerin de öyle. Kalbinin atışı öyle hızlı ve öyle heyecanlı ki, tam kalbinin üzerinde bir şeyin, sol göğsüne baskı yaptığını hissedebiliyorsun. Merakla sol elinle cübbenin iç kısmını hafifçe aralıyor ve baskı yapan “şeye” doğru hareket ettiriyorsun elini. Ona dokunduğun ilk anda ise, daha yeni değişen dünyan yeni bir anlam kazanıyor.

Önce karıncalanıyor tüm vücudun, parmak uçların uyuşuyor. Titremeye başlıyorsun, hiç böyle bir şey hissetmiş miydin? Gözlerini kontrol edemiyorsun, titriyor gözlerin, hiç bakmadığın kadar yukarı bakmak zorunda hissediyorsun, kapatıyorsun gözlerini. Çeneni kontrol edemiyorsun, en büyük soğukları yaşadığını düşünürken bile böyle titrememiştin. Zevk mi bu? İlahi bir tutku mu? Bacakların bu tarifsiz hisse dayanamıyor ve kontrol edebildiğin birkaç kasınla kontrollü şekilde yere devriliyorsun, deftere dokunmayı bir an olsun bırakmadan.

Bu his bitmesin diye yalvarabilsen, yalvarırsın. Bu his geçmesin diye elinden gelen her şeyi yaparsın. Tüm zihnini kapatıyor, tüm kan beynine hücum ediyor. Bu acı, güzel bir acı. Bu his, unutulmaz bir his. Tüm dünyayı, bu zevki sonuna kadar yaşayabilmek için yakarsın. Herkesi, bu zevki yaşamak için katledersin. Renkler pastelleşiyor, mumların ışığı hiç olmadığı kadar harlı. Dışarıdaki çığlıklar ancak keyfine keyif katabilir. Tüm hayatın gözlerinin önünden geçiyor. Defterde yazan her satır, beyninin en mühim yerlerine kazınıyor. Defter senin benliğin ve o benlik sizin için var.

Kapının açılışıyla bir anda irkiliyorsun ve elini defterden çekiyorsun istemeden, ayıp bir şeyi saklar gibi. Çektiğin gibi hikâye bitiyor, fakat daha büyük bir hikâye başlıyor. Senin hikayen.

Kapıya doğru bakıyorsun, az önceki tecrübenin şaşkınlığıyla. İçeri hiç görmediğin kadar büyük biri giriyor, belki iki buçuk metre büyüklüğünde. Omuzları, büyük bir kapıdan geçmesine engel olabilecek kadar geniş. Kolları, dimdik dururken dizlerine değebileceği kadar uzun ve kaslı. Yüzüne bakınca tiksintiden başka hiçbir şey gelmiyor aklına. Sağ gözü yok, ama sağ gözünü taşıması gereken bir göz soketi de yok. Dümdüz. Sol gözü ise olması gerekenden 2 parmak aşağıda, burun deliğinin biraz solunda, bir, iki santim yanında. Dağınık, bakımsız ve yağlı saçları, devasa kulaklarını kapatmaya yetmiyor. Burnu ve dudakları ise, vücuduna orantısız şekilde büyük. Diliyle gözünü yalayabileceği fikrini getiriyor aklına.

Kalk artık, Rahab’ın Köpeği.” Diye bağırıyor kalın sesiyle. Kapıdan geçebilmek için bir kolunu eğip yan geçmesi gerekiyor, geçiyor da. Sana yaklaşıyor, fakat böyle bir yaratık sana yaklaşırken ne yapabilirsin ki? “Yardımın lazım.” fısıldıyor.

Kapıdan sana doğru olan kısmı 3 adımda geçebiliyor, muhtemelen senin 5 adımda geçebileceğin bir uzaklıktı bu. Eğiliyor, zarifçe sağ bileğinden tutup seni kaldırıyor, tam o an niyetinin düşmanca olmadığını anlayabiliyorsun. Eğer isteseydi boynunu kırması, senin tepki sürenden daha kısa sürerdi. Sen de reddetmiyorsun bu daveti (isteseydin de reddedemeyebilirdin) ve ayağa kalkıyorsun. Çekiştirmeye başlıyor seni. Elleri o kadar büyük ve kıllı ki, o seni bileğinden tutarken kendi sağ elini göremiyorsun bile. Odanın dışına doğru çekiştiriyor seni. O yürüse bile, senin tempolu şekilde yürümen gerekiyor arkasından. Tam odadan çıkarken tekrar sağ omzunu eğiyor geçebilmek için, seni birazcık çekiştiriyor bu yüzden. İstemeden ileri doğru sendelerken, duvarda bir ayna görüyorsun. Saçların savruluyor ve yüzünü görüyorsun.

Ne görüyorsun?

Re: [Bükre Hatun] Ölüler korkamaz.

Posted: Mon Nov 25, 2019 12:25 pm
by Bükre Hatun
Yeniden nefes alabiliyor olmak memnun edici olsa da, uyandırılışım pek tatminkar değildi.

Çığlıklarla dolu bu gece ne şekilde uyur olduğumu unutturmuş, vücudumun perişan halini es geçirterek ayağa fırlamama neden olmuştu. Ben ise, hiçbir ağrı ve pişmanlık hissetmeyişimi, yaşadığım büyük korkuya bağlamıştım ilk bir kaç dakika. Yeni doğmuş bir ceylan gibi titrek adımlarla etrafıma bakındığım her saniye ise, korkudan ziyade kendi gücüm nedeniyle canlı hissettiğimi anlamaya başlamıştım. Ne zaman terk ettiğimi kestiremediğim aciz beden değildi bu. Hem çok tanıdık, hem de her ince ayrıntısına kadar yeniden öğrenmek istediğim genç, güzel bir kabuktaydım.

Çığlıkların yarattığı korku yavaş yavaş geri çekildi ruhumdan. Ellerim istemsizce bileklerimde dolanmaya başladı etrafı artık daha güçlü adımlarla incelerken. Hem çok anladığım, hem de hiç anlamadığım bir mekandaydım. Zihnim ne olduğuna, beni nelerin beklediğine karar veremese de kalbim her şeyi oluruna bırakıp gelecek şeyleri karşılamam gerektiğini söylüyordu bana. Garip bir ikilemdi açıkçası ve biraz, muzipti de: Zihnimin belirsizlik dolayısıyla hissettirdiği paniği de bir kenara iteledim ve kalbimin sesini dinlemeye karar verdim. Öldüğüme eminim. Son nefesimi kaç gün, kaç ay veya yıl önce verdim bilmesem de ben zaten bir kere öldüm. İnsanların istediklerini yaptığım, bana zorla biçilen bir hayatı yaşadım ve öldüm. İstediklerim doğrultusunda şekillenecekti artık her şey. "Bu sefer" özgür kalmaya diretsem ne kaybederdim ki?

Düşüncelerim şekillendikçe zihnimdeki belirsizlik de kayboldu. Tekrar güçlü bir bedende olmanın verdiği özgüven, cesaretimle birleşti. Artık daha duruydu tüm fikirler.

Bileklerimde dolaşan ellerimi, yavaşça dirseklerime çektim. Üstünden dökülen kumaşı anlamlandırmaya çalıştım, hafifçe okşayıp yer yer de dürtükleyerek. Dirseklerimden omuzlarıma çıktım ve hafif kaygan olan bu garip kıyafetin üzerinden göğüs kafesime ilerlettim ellerimi. Daha önce böyle bir şey giymek ne kelime, bu şekil bir kumaşı hayal bile etmemiştim. Kim bilir, hangi hayvanın derisiydi üzerimdeki. Kim bilir beni kim giydirmişti? Birilerinin bu garip kıyafeti bana giydirmiş olabileceği fikri beni hafif bir şekilde sinirlendirdi. Tekrar bilmediğim bir kültüre sokuluyor olduğumu hayal ettikçe de bu sinir büyüdü. Üzerimdeki cüppeyi söküp fırlatmak istedim. Açmak için bir düğme, uçkur aramak için ellerimi deli gibi dolandırmaya başladım göğsümde. Nefes alış verişlerim hızlanmıştı ve dişlerimi de sinirle sıkmaya başlamıştım.

İşte tam bu sırada aniden durdu ellerim. "Ona" çarpmıştım. Hem çok tanıdığım hem de tanımadığım bir cisme. Hep ikilemlerle mi geçecekti bu dünya?

Zaten hızlanmış olan nefesim artık kontrol edilemez bir hal aldı. Öfke ise aniden zevke dönüştü, tüm bedenimi parmak uçlarıma kadar sardı. Tekrar bir yavru ceylan edasına büründüm ve daha fazla ayakta duramayıp, titreyen bacaklarımı saldım. Yere yığılışım bile keyifli bir şımarıklık içerisindeydi. Bir defterdi bana bu mutluluğu yaşatan ve ben hayatımda bir yudum içki içmediğim halde sarhoş olmak üzereydim. Sahip olmamam gereken bir çocuğu tutuyordum sanki ellerimde. Tüm dünyadan saklayıp büyütmek isteyeceğim. Belki de bu çocuk bendim, tekrar çalınıp götürülmemek için defter suretine bürünmüştüm ve asıl sahibimi bekliyordum. Sonunda da onunla buluşmuştum: kendimle.

Odaya aniden birilerinin girmesiyle gerçekliğe tekrar döndüm. Ellerimi hızlıca göğsümden geri çektim utanç içerisinde. Neden utanç hissettiğimi kendi kendime sorgulayacaktım fakat, gelen kişinin hali tüm odağımı kendisine çekti. Böyle bir "şeyin" karşısında sanırsam kimse kendi iç hesaplaşmalarıyla meşgul olamazdı.

Sarayda yaptığım hizmet hiçbir şeyi hor görmemeyi de kapsıyordu. Veya, gördüğünü belli etmemeyi. Bazen sultanlar, bir şehzadeye en çok ihtiyaç duyulan dönemlerde kız çocuklar doğururlardı. Hiçbir şey doğuramadıkları da olurdu elbette. Gerek gebe kalamadıklarından, gerek gebe bırakılamadıklarından. Veyahut da düşük yaptıklarından. Çok ender durumlarda ise, ucubeler doğururlardı. Kusurları sonradan ortaya çıkan bebekler de olurdu fakat doğduğu andan itibaren dehşet salan bebekler geldiğinde, çok zorlandığımı hissederdim. Öncelikle doğumun olduğu odadakileri sakin tutmak bana düşen bir şeydi. Ardından, yardımcılarımın terbiyesizlik raddesine gelebilecek tepkiler vermediğinden emin olmam da gerekirdi. Genç kızlar ne düşündüklerini gizlemekte benim kadar başarılı olamazdı her zaman. Hatta, benim bile ifadesiz kalmakta zorlandığım bebekler olurdu.

Tüm bunlara ek olarak, bu bebeklerin uzun süre yaşamayacağını bilmenin de üzüntüsü sarardı beni. Ecelleriyle ölememiş bebeklerin pencereleri bilerek açık bırakılırdı.

Karşımdaki bu adam ise en kötü zatürreyi atlatıp büyümeyi başarmış besili bir ucubeydi sanki. Ölmelerine göz yumduğum o bebekler büyüyüp birleşse, ancak böyle görünürlerdi eminim. Kaşlarımın çatılmasına engel olamadım, ya da olmadım. Umursamıyordum artık. Tiksintimi belli etmekte hiçbir sıkıntı görmedim ve ifademi daha da ekşileştirdim, "şey" bana ilerledikçe. Bana seslendiğinde bile ne dediğini düşünmekten çok, iğrenmek ile ilgilendim. İyice bana yanaşıp fısıldadığında ancak bu tiksinti halinden çıkabildim ve isteğine kulak verdim. Ne kadar çirkin olsa da, beni kaldırışındaki zarafet ve yardım isteyişi düşmancıl olmadığını hissettirmişti bana. Böyle bir varlığa nasıl yardımım dokunacağını kestiremiyor olsam da beni bir süre sürüklemesine izin verdim, arkasında hızlı ve minik adımlarla ilerlemeye devam ettim. Beni son çekiştirişinin hemen ardından gözüme çarpan bir ayna, halimi gösterdi bana.

Saçlarımın, bir takke altına sıkıştırılmadan özgürce salındıklarında ne kadar güzel göründüklerini fark ettim. Genelde örüp kafamın etrafına sardığım için, yatmadan önce açtığımda dalga dalga olurlardı. Şimdi ise oldukça kıvrıktan ziyade düz görünüyorlardı. Düz ve diken gibi kabarmış. Sanki uzun yıllardır taranmamış ve bakım görmemiş gibilerdi. Fakat bu hırçın hallerinde bile haklarında düşünebildiğim tek şey zarif ve güzel olduklarıydı. Aynanın önünden çıkmadan hemen önce boştaki elimi saçlarıma götürdüm eğreti bir şekilde. Ve düşündüm, gözlerimin altındaki sürmeler yanaklarımın altına kadar akmış olsa da, bu diken saçlı ve garip cüppeli hatun bendim. Ben ise genç ve güzeldim.

Aynadaki görüntü bittiğinde yaratığın tuttuğu bileğimi aksi yönde çekiştirdim sertçe. Net, sanki hafiften de emreden bir ses tonuyla "Bırakabilirsin." diye seslendim. "Kendim gelirim peşinden." diyip, bırakması için zorladım biraz daha kolumu çekiştirerek. Bırakmazsa kavga dövüşe girer miyim? Sanırım evet, daha önce tecrübe ettiğim bir şey değil fakat bağırıp çağırmaya ve protesto etmeye başlayabilirim. Fakat istediğim gibi beni kendi halime bırakırsa, şımarmayacağım elbette. Bahsettiğim gibi kendi kendime "şeyi" takip etmeye devam edeceğim ve soracağım neyin yardımını istediğini.

Re: [Bükre Hatun] Ölüler korkamaz.

Posted: Wed Nov 27, 2019 12:50 am
by GM
İsteğinin onun nezdinde en ufak bir anlam taşımadığını, sana cevap vermeye tenezzül bile etmemesinden anlayabiliyorsun. Sanki seni hiç duymamış gibi, taş bir duvara konuşmuşsun gibi. Elinden hızla çekilirken ister istemez hızlanıyorsun, bileğinin ileride acıyacağını düşünerek.

Gerçi bunlar yaşlı insan düşünceleri. İleriyi düşünmek, vücut ağrılarından çekinmek… Sen bu değilsin. Yenilendin, yeniden doğdun. Sen bir anka kuşusun. Sen zamansız bir güneşsin, dinmeyen bir gündüzsün. Zamanın tüm kumlarını bile dökseler üzerine, yetmez ateşini söndürmeye.

Adamın arkasından çekildikçe koridor gittikçe uzuyor, ve uzadıkça bir şey fark ediyorsun. Adamın sırtı, normal bir sırt gibi değil. Öbek öbek taşlaşmalar görebiliyorsun. Sanki gri tuğlalardan yapılmış gibi adam. Vücudunu bölen net çizgiler taşıyor. Sanki bir adam değil, bir bina. Taştan bir heyula. Bir duvar.

Konforsuz yürüyüşün devam ederken birtakım şeyleri idrak edecek boşluğun oluyor. Yaklaşık 6-7 saniyede bir etrafın titrediğini hissedebiliyorsun. Bu şehrin yıkılışı, bu depremle gerçekleşiyor gibi. Dışarıdan geldiğini düşündüğün çığlıkların odak noktasına doğru yürüyorsun. Bu şehir yıkılıyorsa siz neden buradasınız? Neden kaçıp gitmediniz hala? Bu şehir ölüyor. Duvarlar sallanıyor, koridoru aydınlatan mumların alevi titriyor. Her titremede tavandan yere doğru hafifçe süzülen sıvayı, tozu görebiliyorsun. Bu hızda devam ederse yarım saat içinde tüm şehir yerle bir olacak. Buradan kaçmak zorundasın.

Tabii, bu hıyar ağası seni bırakırsa kaçarsın.

Koridorun sonuna yaklaşıyorsunuz, ve az önce bulunduğun odadaki gibi bir kapıya doğru yürüyorsunuz. Büyük adam ise kapıya yaklaştıkça yavaşlamıyor, hatta kapıya BAM diye bir yumruk indirip kapıyı tek hamlede sonuna kadar açıyor. Çığlıkların kaynağına geldiniz.

İçeride 3 kişi var, siz hariç. Kadın olduğunu düşünüyorsun üçünün de, ama her biri, şimdiye gördüğün insanlardan çok farklı. İlk dikkatini çeken şey, ortadaki kadının yavruluyor oluşu. İnsana en çok benzeyen de gebe olan kadın. Koyu sarı saçları ve saçından daha koyu olan kaşları, saçlarının rengini açtığını belli eder nitelikte. Çirkince bir kadın, çenesi bir erkek çenesi kadar geniş. Hafif kilolu, gözleri ise ela. Kıpkırmızı olmuş ıkınmaktan, ama doğum daha başlamamış. Eski püskü bir etek giymiş, kadının doğum pozisyonu almış oluşunu içeri girer girmez anlıyorsun. Zaten kadın, yavrulama pozisyonunu tam kapıya doğrultmuş, içeri girer girmez ise kadının vajinasına bakar durumda buluyorsun kendini. Sana bakıyor, umutla.

Yanındaki kadın ise biraz farklı bir insan. İnsani özelliklerini fark edebilsen de, iki adet boynuzu olduğunu görebiliyorsun, alnının biraz üzerinden çıkan. Saçları, boynuzlarının çıkış noktasını gizliyor. Simsiyah bukleli saçları, boynuzlarını örtmeye yetmiyor. Kara kuru, incecik bilekleri ve incecik bacakları var. Sağdaki boynuzu, soldaki boynuzundan daha kısa, ama ikisi de farklı boyutlardaki gergedan boynuzlarını hatırlatıyor sana. …tekrar sallantı… Gözlerinin ise beyazının olmadığını görebiliyorsun. Sadece iris. Simsiyah. Osmanlı alimlerinin Cin tasvirleri geliyor aklına ister istemez. Gebe kadının hemen arkasında, sağ omzuna dokunuyor, gebenin bulunduğu pozisyonda rahatça durabilmesi için sırtını destekliyor. Diğer kadın da aynı şekilde.

Diğer kadın ise biraz daha farklı. İnsana biraz daha yakın diğerinden, fakat dikkatli bakıldığında onun da garip bir “farklılığı” olduğunu görebiliyorsun. Sanki, boynunun omzuyla birleştiği yerden, bir insan, vücudundan dışarıya çıkmaya çalışıyormuş gibi bir el görebiliyorsun. Evet, üç eli var. Biri bileğinden boynuna bağlı.

Adam, odaya ulaştığınızda seni kolundan sertçe çekiyor ve ileri doğru atıyor. Sendeliyor ve yere düşüyorsun, dizlerinin üzerine. Kafanı kaldırdığın anda kadının vajinası ile karşı karşıya kalıyorsun. Kimse hiçbir şey demiyor. Herkes sana bakıyor.

Odada, doğuma yardım edebilecek hiçbir şey görmüyorsun. Bir masa, iki sandalye kenara itilmiş durumda. Odanın hiç penceresi yok ve beş adet mumla aydınlatılmakta. Yerler tozlu ve gittikçe de tozlanıyor.

…tekrar sallantı…


Re: [Bükre Hatun] Ölüler korkamaz.

Posted: Sat Dec 28, 2019 4:37 pm
by Bükre Hatun
Kesinlikle kaale alınmadım.

Elimi çekiştirdim, kurtaramadım. Söylendim, kendimi dinletemedim. Lakin sinir, beklediğim gibi beni ele geçirmedi. Asılsız bir tehdit gibi zihnimi teğet geçti ve sadece bir miktar bıkmışlığı bıraktı içerimde. Her ne kadar kendimi çok daha güçlü, çok daha genç ve azimli hissetsem de, harap bir bina tarafından çekilmeyi de her zaman deneyimleyemiyor insan. Bu yüzden sustum hafiften utanarak. Sustum ve çekiştirilmeye devam ettim etrafı da, adamı da biraz daha incelerken.

Adam, kendine yakışır bir hareketle açtı vardığımız yerin kapısını. O kadar sallantıya duvarlar başımıza çökmediyse bu sefer kesin yerle bir oluruz diye düşündüm bir anlığına. Fakat hiçbir şey olmadı. Refleks olarak kafama siper ettiğim boştaki elimi indirdim yavaşça. Deminden beri gelen çığlıkların kaynağıydı burası ve pek hoş bir halde değildi. Binanın geri kalanının da olmadığı gibi.

Tabii bu odanın nahoşluğu kendine oldukça hastı.

İlk karşılaştığım görüntü kendi kendimi bir anlığına azarlamama sebep oldu. Zaten, benim gibi bir insandan ne fayda gelebilirdi ki başkalarına? Tahmin etmem gerekirdi. Çığlıklardan ve alelacele bir yerlere götürülmemden anlayıp kendimi buna zihnen hazırlamam gerekirdi. Onun yerine garip gurur meseleleriyle meşgul olup etrafı incelemiş ve daha da garip bir kadının mahrem yeri ile bakışır vaziyette kalıvermiştim. Ah, salak ben! Salak ve sabırsız ben!

Evet, her ne kadar alışık olsam da, aniden karşımda görünce böyle şeyleri, afallayabiliyorum istemsizce. Bu sebepten ötürü şoku biraz hafifletmek için doğum yapan kadından, ona yardım eden diğer kadınlara yönelttim dikkatimi. Beni buraya getiren adamdan gariplik konusunda pek kalır bir yanları yoktu. Adam da zaten sakinleşmem için gereken süreyi bana bahşetmeye niyetsizdi. Beni aniden çekip ittirdi ve doğum yapan kadına doğru iyice yanaşıp, tam önüne düşmeme neden oldu. Düşüp, dizlerimdeki hafif incinmeyi hissetmemle de sakinliğe dair attığım tüm minik adımlarda bir duraksama oldu.

Derin ve hızlı nefesler almaya başladım önce. Kirli havayı tam çıkaramadan temiz havayı biraz daha bedenime tıkıştırmaya çalıştığımdan başım dönmeye başladı. Aslında nefesimin kontrolünü yitirmesem de, karşımdaki kadınları inceledikçe daha da fazla başımı döndürtebilirdim. Deli gibi şimdi ne yapacağımı düşünmeye başladım. Bebeğin de şu üç elli kadın gibi şekilsiz olup olmayacağını, olursa onu annesinden nasıl çıkaracağımı hesap etmeye çalıştım. Cerrahlık yapabilmeye müsait bir alanda değildim ve normal bir şekilde doğurtamazsam kadını kesip biçebileceğim hiçbir alet yoktu etrafta. Alnım gittikçe daha da ıslanıyor ve ısınıyordu.

Umutla hala bana bakmakta olan kadınla tekrar göz göze geldim. Ve nefeslerim, daha yavaş bir hal almaya başladı. Kafamı aşağı yukarı hızlıca salladım kadına doğru ve "Tamam, tamam halledeceğiz." diye mırıldandım. Hala ellerim titriyor ve hala ne yapacağımı çok az biliyordum. Fakat bildiğim bir şey vardı ve o da doğum odalarının panikleyip saçmalayacak en son yerler olduğuydu. Bu da hızlıca ayaklanıp kollarımı sıyırmam için yeterli bir bilgiydi.

Arkamdaki adama dönüp "Bana bir taş bul." dedim aceleci tavırlarla. "Olabildiğince keskin kenarlı." Ardından kadının önüne tekrar diz çöküp, eteğini çıkarmasına yardım ettim. Kadının belden altının çıplak olması işimi daha da kolaylaştırırdı. Hem, kimseden üzerindekini çıkarıp verecek fedakarlık gelmezse bebeği de buna saracaktım. Ayrıyeten, göbek bağını bağlamak için bu etekten iki şerit koparacaktım. İki yerinden sıkıca bağladığımda bağdaki kan duracak ve taş ile ezip koparabileceğim bir hal alacaktı.

"Sancının geçtiği anlarda boşuna sakın ıkınma. Derin derin nefes almaya odaklanıp güç topla sadece." diye yönlendirmeye başladım kadını, bacaklarını iyice aralarken. Kendimi acı gerçeğe, suyun bulunmadığı bir ortamda insan olduğundan şüphelendiğim bir şeye elimi sokacak olmaya hazırladım son bir derin nefes alarak. Sol elimle kadının bir bacağını tutup aniden kapatmasını engellemeye çalışırken, sağ elimin işaret ve orta parmağını içeri soktum. Parmaklarımın ne kadar açıldığını kontrol ettim, bebeğin nerede olduğunu ve kordonun dolanıp dolanmadığını anlamaya çalıştım. İşimi bitirdiğimde elimi, tekrar kirleneceğini unutmuş bir şekilde üstüme silmeye başlamıştım.

Bunlar dışında, kadını sancılarına göre ıkındırtmak dışında yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Zaten doğum da, bebeğin kafası çıkana kadar direkt müdahele edebildiğim bir şey değildi. Bu yüzden kadını her sancısında tüm gücü ile ıkınmaya, diğer anlarda da dinlenmeye teşvik ettim.

Re: [Bükre Hatun] Ölüler korkamaz.

Posted: Sat Dec 28, 2019 5:30 pm
by GM
Kadın ıkınmaya başlıyor, bir yandan terliyor ve titriyor. Her zamanki gibi bir doğum. Her zamanki gibi bir iş.

Simsiyah kadın ise sen adamla konuşurken sana bakıyor, devasa adam ise ifadesiz bir şekilde sana bakıyor söylenenleri dinlerken. Sözlerin bittiği zaman, hiç harekete geçmiyor. Seni hiç dinlemiyor gibi. Veya duymuyor gibi. Duymuyor olmalı... birkaç saniyeden sonra bile hiç harekete geçmiyor, sana bakıyor.

"Ona keskin bir taş ver... Lazım." diyor boynuzlu kadın. "Ona keskin bir taş vereceğim... Lazım." diyor devasa adam.

Sağ elini, avucu aşağı bakacak şekilde, parmaklarını birleştirip, yere paralel şekilde tutuyor (Taş makas kağıttaki kağıt gibi.). Sol elini kafasının üzerine kaldırıyor.

Şimşek hızıyla havadaki elini, sağ elinin bileğine, hiç görülmemiş bir sertlikte vuruyor ve bütün oda, iki taşın birbirine çarpması sesiyle doluyor aniden, kulakları acıtan tarzda bir ses... Çarpışmanın şiddetiyle adamın sağ eli, bileğinden itibaren vücudundan ayrılıyor, ve hızla, ön parmakları aşağı bakacak şekilde yere saplanıyor. Yere saplanışından çok keskin olduğunu fark etmek zor değil. Sen bu doğa üstü olaya tanıklık ederken, bebeğin kafasının yavaşça çıktığına tanık oluyorsun. Şeffaf, mavi renkli teninin ve şeffaf kafatasının ardında sakladığı turuncu ufak beyni görebiliyorsun.

Re: [Bükre Hatun] Ölüler korkamaz.

Posted: Fri Feb 07, 2020 11:51 pm
by Bükre Hatun
Taştan şahsiyetin kendine zarar vermesi gibi bir amacım olmamıştı kesinlikle. Acıyı hissettiğinden emin de değildim aslında, ancak tarifi güç, vicdan azabı ile harmanlanmış suçluluk hissini yaşatmaya yetmişti tanık olduğum sahne. Şaşkınlıktan hala açık olan ağzımı kapatmaya zorladım kendimi bir kaç saçma hece geveleyerek. Öne düşen saçlarımı geriye itmeye yeltendim bileklerimle. Hızlı ve derin bir nefes alıp verdim, işime geri dönmeye zorladım kendimi. İçimden bir ses her ne gördüysem, bu ucube yerde daha da göreceklerimin belki de en hafifine şahit olduğumu söylüyordu nedense. "Sağolsun." dedim kadına doğru arkamda hala dikilen adamı kast ederek. Hem, belki tekrar tercüman olurdu ben ve taştan adama.

Önüme döndüm, klasik rutinime, işime odaklandım tekrardan. "Hadi, devam." diye seslendim hala doğurmakta olan kadına. Bebeğin taçlanması çok uzun sürmemişti. Üstelik aceleci olduğu gibi, en az biraz önce izlediklerim kadar garip ve anlam verilemez bir haldeydi kafası. "Ama bu mavi..." diye mırıldandım kendi kendime. O kadar istemsiz çıkmıştı ki kelimelerim, odadakilerin alınıp alınmayacağını düşünemedim. Mavi olması normal miydi bu diyar için? Anormal olan aslında ben miydim ya da? Bu konuları zihnimde deşelemeye başlarsam çıkabilir miydim işin içinden? Bilemedim. Mavi, garip, beynini görebildiğim değişik bir şey olsa da bebek, bebekti sonuçta. Bir an önce çıkarılması, annesinin rahatlatılması gerekti.

"Daha da ıkınma, nefes al sadece derin derin." dedim kadına, bir elim eteğini çıkarmaya çalışır, diğer elim de bebeğin kafasının altına destek olurken. En azından bu laflarımı anlıyordu, anlaşabilmemiz için bir tercümana gerek kalmıyordu. Pek tabii, ne dediğimi anlamadan iç güdüleriyle doğurmaya çalışıyor da olabilirdi."Gerisi sen nefes aldıkça gelecek." Kafamı arkaya çevirdim, hala yerde saplı olan eli gözüme kestirdim. Acaba beni de keser miydi bu taş? Adamdan da yardım etmesini isteyemezdim ki. Kaldı ki beni anlamıyordu bile, onun telinde konuşamadığımı ben yerine boynuzlu kadını kaale aldığında anlamıştım zaten. Tekrar önüme döndüm taşı boşvererek. Şimdilik bekleyebilirdi. En azından bebek tamamen doğup annesinin kucağına gidene dek saplandığı yerde kalabilirdi. Bu yüzden doğum yapan kadınla ilgilenmeye, bebeğin tamamen çıkmasını beklemeye devam ettim.

Re: [Bükre Hatun] Ölüler korkamaz.

Posted: Tue Feb 11, 2020 12:25 am
by GM
Doğumun mucizesi, her insanın başına en az bir kere gelmiştir. Yeni bir canlının dünyaya gelişi, annenin korumasından kurtuluşu ve benliğini inşaa edişi, birkaç hücreden sıyrılıp bir birey oluşu, tarihin her döneminde takdir edilmiş bir şaheserdir. Ve sen, Bükre, yine böyle bir mucizeye birinci elden tanıklık ediyorsun. Birkaç hücreyi dünyaya vardıran senin gücün, seni “anne” adı verilen varlığın yanına koyuyor. “ikinci anne”.

Yine birinin ikinci annesi olmana birkaç dakika, belki de birkaç saniye kalıyor. Öyle sert ıkınıyor ki anne, bu ses sadece direkt değil, duvarlardan da yansıyıp geliyor kulağına. Acı dolu, elem dolu, fakat hayat dolu bir yakarış. Öylesine sert sıkıyor ki yanındaki iki kadının ellerini, kemik kırılması sesi geldiğini düşünüyorsun. Kadın sonra senin emrinle ıkınmayı bırakıyor ve derince nefes almaya başlıyor, tüm odanın havasını içine çekercesine. Bir anda odanın içine, ay ışığı doluyor, buz gibi soğuk havayla birlikte. Az önce hiç penceresi olmayan bu odada bir pencere belirdiğini görüyorsun. Şekilsiz, sanki biri duvarı kırmış gibi gözüküyor. Sen pencereye bakmaya başladığın anda ise, duvarlar pencerenin olduğu yere doğru kapanıyor, ve buz gibi havanın kaynağı kesiliyor.

Yavaşça çıkıyor bebek, saklandığı delikten. Kafasını tamamen görebiliyorsun artık. Kel kafasını, ve mora çalan mavi kafa derisi. Çürümüş bir bedeni andırıyor sana, ama çocuğun ölü olmadığını görebiliyorsun. Şeffaf mavi tintli derinin altındaki şeffaf kafatasını, ve onun altında sakladığı açık turuncu, ve parlayan beyni görebiliyorsun. Elini, kafasını tutmak için uzatıyorsun. İğrenç, yapış yapış sıvı ellerine bulaşsa bile tutmayı bırakmıyorsun çocuğun kafasını, kafasının sakladığı beyni.

Birkaç an sonra vücudu da çıkıyor yavaş yavaş. Kafa derisinin aksine normal bir deri taşıyor vücudunun kalan kısmında. Kadının nefes alıp verişi hızlanıyor. Bacakları da tamamen eline alıyorsun. Doğum tamamen gerçekleşiyor. Elindeki bebeğe bakıyorsun. Daha önce gördüğün başka hiçbir bebeğe benzemiyor. İç organları... parlıyor.

Açık turuncu ve yavruağzı arasındaki iç organlarını, camdan kemiklerini görebiliyorsun. Göğüs kafesi, boğazı seçiliyor. Kaslarının olması gereken yerler mavi ve şeffaf karışımı bir tinte sahip, ama ışığı geçiriyor. Akciğerleri, bağırsakları, göbek bağının vücuduna bağlandığı yeri görebiliyorsun. Damarlarını seçebiliyorsun hatta, kılcal damarlarını görebiliyorsun.

Sallantıları hissediyorsun ama daha önce hiç karşılaşmadığın bu fenomen karşısındaki şaşkınlığın, dış dünyadan gelen uyarıları gözardı edebilmeni sağlıyor. Elinde bir mucize tutuyorsun. Bir şaheser. Ses çıkarıyor, bir bebeğin ilk sesleri, normal bir bebek sesi gibi. Yavaşça gözlerini açıyor.

Gözlerinin içine bakıyorsun bu mucizenin. Parlıyor. Tıpkı, bulutsuz bir gecede gökyüzüne baktığın hissi alıyorsun. Kapkaranlık gözler, bir gözbebeği yok. Fakat, onun yerine milyonlarca ve milyonlarca yıldız var gözlerinin içinde. Gözlerini ayıramıyor, bakıyorsun sessizce. Konuşmaya çalışıyor ama, bilmiyor elbette hiçbir dili. Nereye baktığını kestiremiyorsun bir gözbebeği olmadığı için. Yıldızlara bakıyorsun, gökyüzüne, evrenin diğer ucundan en yakın yıldızlara kadar hepsini görebiliyorsun. Takım yıldızları, bazıları hareket bile ediyor hatta, kuyruklu yıldızlar onlar. Gözlerini alamıyorsun. Nefes bile almayı unuttuğun bu durumun içinden kurtulamıyor, bir nevi hipnoz durumuna geçiyorsun birkaç saniye, gerçeklikle bütünlüğün tamamen kayboluyor. Bebekle manevi bir bağ kurduğunu hissedebiliyorsun. Kozmosun çocuğu, ellerinde. Kozmos gözler, ruhuna bakıyorlar.

Gözlerini ayırıp anneye bakmak için başını çevirdiğinde gözlerinin buğulandığını hissediyorsun. Ağlamaya başlamadan birkaç saniye öncesi gibi, etrafı göremiyorsun. Şekiller, renkler, ışıklar birbirine giriyor birkaç saniye içinde, buğu daha da çok artıyor. Gözlerini sıkıca kapatıp bekleyip tekrar açıyorsun refleksif olarak ama, gözlerinde hiç yaş yok.

Bu başka bir şey olmalı. Bir iki kere daha gözünü sıkıca kapatıp açıyorsun fakat hiçbir şey değişmiyor. Bebeğe bakmak için kafanı eğiyorsun, onu da aynı şekilde görüyorsun. Sen hiçbir şekli ve rengi birbirinden ayırt edemeyene kadar bu buğulanma artarak devam ediyor.

Ardından şiddetli bir sallantı hissediyorsun. Bu sallantı hemen geçip gitmiyor. Sürüyor.