Viorel Vulpe

Viorel Vulpe
Posts:5
Joined:Mon Sep 02, 2019 10:06 pm
Viorel Vulpe

Post by Viorel Vulpe » Mon Sep 23, 2019 12:38 am

Viorel Vulpe

Bize nasıl öldüğünü anlat.

Kasvetli bir Çarşamba günüydü. Sabaha yakın mıydı, yoksa Güneş çoktan tepede miydi, hatırlamıyorum zira atölyeme kapanmıştım son iki gündür. Aralıksız bir şekilde, bir arı gibi bu heykelin üzerinde çalışıyordum. İki buçuk metre boyundaki bir mermer bloktan kazıyordum onu yavaş yavaş, en ufak detayına dikkat ederek. Bittiğinde çıplak bir erkeğin silüetine sahip olacaktı. Sağ ayağının altındaki kayaya bir bacağını koymuş, sol elini hafifçe yukarı kaldırmış bir silüet. Sahipsiz bir form değildi bu silüet, orjinal bir çalışma değildi, asla da olamazdı. Tekrar yaratılabileceğini düşünmüyordum böyle bir şeyin. Asla. Sadece tekrar yorumlanabilirdi, o da amatörce bir imitasyondan uzağa gidemezdi. Tıpkı benim yaptığım gibi.

Formun sahibini çok iyi tanıyordum. Çok yakından hem de. Vücudunun her bir noktasını santim santim incelemiş ve ezberlemiştim. Her yerini, her kılını, her kırışıklığını ve her düzlüğünü. Bu muazzamlık aklımı yitirmeme sebebiyet verecek cinstendi. Onu daha fazla görmek, daha fazla hissetmek için neler yapmıştım. Tüm bunlar o formla doldurmuştu bütün zihnimi ve artık zihnimden taşmaya başlamıştı; onları gerçeğe aktarmalıydım. Mermeri ve taşı döverek, kili yoğurarak tekrar yaratmalıydım. Tanrı değildim, fakat ona yaklaşabilirdim. Yanmayı göze almıştım çoktan.

Belki de çoktan delirmiştim. Eğer delilik buysa, daha fazla kendimi çıldırtmalıydım çünkü tanrım, bu muazzam bir histi. Yaratıyordum. Bir şeyler şekil alıyordu gözlerimin önünde. Sanki kilisede dizlerimin üzerine çökmüş ve dua ediyordum, yaradan da bana kendisinden bir köz parçası üflüyordu. Elimdeki çekiç ıskarpelama her vurduğunda kopan her minik parça ile daha daha hafifliyordu koca mermer blok, benim de üzerimdeki yük kalkıyordu sanki yavaş yavaş. Sona ulaşıyor gibiydim. En sona. Aylarımı vermiştim bu formu mermere bahşetmek için ve artık kutsal bir ışık vuruyordu sanki üzerime ve ben git gide daha da ileriye, formun muazzamlığına ulaşıyordum.

Öyle kendimi vermiştim ki, arkamdan yaklaşan Madam Ana-Maria Barbaneagra'nın mermer taşlarının arasından yankılanan ayak seslerini bile fark etmemiştim.

Ani bir acı indi kafamın arkasında. Çekicim ve ıskarpelam ellerimden kayıp düştü ben yere yığılırken. Havadayken daha beyin fonksiyonlarımın neredeyse tamamını yitirmiştim halbuki, ancak bir romanın sayfalarını karıştırırcasına hatırlıyordum sonraki saniyeleri. Hayal meyal ve kopuk.

Yere yığıldığımda Ana-Maria'nın elinde bir büst gördüğümü söylüyordu zihnimdeki yansımalar. Formu çalışmak işin yaptığım binlerce parçadan birisiydi. Bacaklar, kollar, kafalar ve dişler, minik tırnaklar ve kas parçaları... Atölyemde bu form adına herşey vardı. O formun sahibine ait. Esinlenme değil, birebir neredeyse aynısı. Bir buçuk yılımı almıştı neredeyse bunları tamamlamak. Ve bula bula, Ana-Maria en kötü büstü bulmuştu bu çalışmalarım arasında. En kötü büst ile kafama vurmuş ve kafatasımı çatlatmıştı.

Fakat durmadı. Üzerime eğildi ve acılı bir haykırış ve göz yaşları ile tekrar kafama vurdu. Beynimin kafatasımın içerisinde yamulduğunu hissedebiliyordum bu yansımayı hatırladığımda, ancak bu hissi size tasvir edebileceğimi sanmıyorum. Üçüncü ve dördüncü vuruşlar da benzer bir his uyandırmıştı, onu söyleyebilirdim. Beşinci vuruş bittiğinde beynim ve kafatasım artık bir değildi.

Sanırım on altıncı vuruştan sonra artık kemik ve et birbirine karışmış ve bir bulamaç haline gelmişti. Sol gözüm de aynı şekilde. Ancak sağ gözüm hala soketinden sarkmaktaydı ve kenara doğru yamulmuştu. Ana-Maria'yı artık göremiyordum. Görebildiğim tek şey onun sağ arka çaprazında duran kocaman raf ve bir raf dolusu o muazzam forma adanmış çalışmalarım.

Bir tutku cinayetiydi bu. Bir ihtiras suçu.


Bize kendini anlat.

Sanat, yaratmak, yorumlamak, üretmek. Bunlar için yapmayacağım şey pek yok açıkçası. Hayatımı böyle geçirdim, son anıma kadar da yarattım, oluşturdum, yorumladım ve ürettim. Heykeller yaptım, resimler çizdim, tahtalar oydum ve kilden şeyler ürettim. Bunu birisi için değil, kendim için de değil, hiçlik için yaptım. Çünkü bu dünya Tanrı'nın yarattıklarıyla dolu ve insanın yarattıkları çok nahoş, çok boş ve çok gereksiz. Eğer biz onun soluğundan cereyan etmiş isek veya Şafak Güneşi'nin alevini içimizde taşıyorsak, bu dünyanın suretini değiştirecek şey de elimizde ve içimizde. Buna insan doğası gereği hiç bir zaman erişmeyecek oluşumuzdan nefret ediyorum ve belki de bu nefreti dışarıya kusabildiğim için ellerimi seviyorum.

Evet, ellerimi çok seviyorum. Nasırlı ve kemikli ellerim, bir o kadar da narin görünüyor dışarıdan. Onlar ile her şeyi yaratabileceğimi düşünmek beni inanılmaz bir şehvet ile dolduruyor. Seramik, heykel, resim, hemen hemen görsel bütün sanatları icra edebiliyorlar. Bir çoğunda çok iyiler, usta olmasalar bile bu potansiyele sahip olduklarını görebiliyorum. Çizdiğim her bir surat, tahtaya oyduğum her bir sembol garip bir sıcaklık ile karşılıyor beni. Sanki kan akıyor o taşın altından, o kalemin içinden ben tutunca. Başkasının ellerinde ağlıyorlar ve çığlıklar içinde parçalamak istiyorum diğerlerini. Fakat tek yaptığım şey başkasının ıskarpelasına kadehimi kaldırmak ve "Muhteşem." demek oluyor. Çünkü centilmenler böyle davranır.

Bu centilmenlik bir gereksinim, bir hayat biçimi. Sofistike olmak bizi hayvanlardan ayırıyor. Bilinçsiz haşereler öldürülürken ve domuzlar dışarıda ırgatlanırken bir ne yiyeceğimizi seçebiliyoruz, ne üreteceğimize karar verebiliyoruz ve bunu yapabiliyoruz. Bir düzen içindeyiz ve bir düzen için yaratılmışız. Bu planın içerisinde çıplak veya kirli kiyafetlerle duramazsınız, hayır. Eğer bir izleyici kitlesi varsa, mutlaka iyi giyinmeli, iyi bir görüntüye sahip olmalı ve mutlaka laflarınıza özen göstermelisiniz. Kitlenizi her zaman bilemezsiniz.

Ben ise kitlemi her zaman bilebilecek şekilde hayatımı yaşamak istedim. Bu hayata parasıyla gelmiş ve parasıyla her şeyi yapabilecek insanların arasına kendimi soktum ve herşeyi kazandım. Savaşlar kaybedilince karşı köye gittim, kazanılınca diğer köye geri döndüm. Herkes pohpohlanmayı sever ve anlamadığı şeyler onu hiç tutmadığı bir yerinden yakalar. Sanat, bir çok paralı ve kafasız insan için anlaşılamayan, ancak onları derinden etkileyen bir zehir. Ben de bu zehri satan bir tüccarım aslında. Fakat mevki ve maddiyat sahibi insanların yanına muazzam sanat işleri vaat ederek kendimi sokmak ve onların altından geçinmek bir asalaklık formu değil, bunu kabul etmiyorum.

Zira asalaklık bir üstünlük ve aşağılık imâ eder. Üstün olan benim, sanatım ise benim de üstümde. Altta olan onlar, kendilerini harcatanlar ve şarlatanlar. Benim bu durumu suistimal ediyor oluşum ise doğal bir sonuç.

Tabii böyle bir hayat da yanında başka alışılmışlıkları da getiriyor; mesela sofistike giyinip konuştuğum gibi sofistike yemekleri ve içecekleri de tercih ediyorum. Onlarsız yapabileceğimin farkındayım ama bunlara ulaşabileceğimi bilmek onları tercih etmeme sebebiyet veriyor. Aslında tekrar düşününce, küçükken yediğim basit peksimetlerin tadını hatırlayamıyorum. Şehrin dışına doğru, taşradaki bir fırından çıkan ekmeğin de nasıl hissettirdiğini de size anlatamam. Fakat bir romanın sayfalarının arasında da hayvan dışkısının nasıl bir tadı olduğunu bulamazsınız, değil mi?


Bize işini anlat.

İşim yok. Ben çalışmıyorum. Başkaları benim için çalışıyor ve ben onların kanını emiyorum ancak bir sinek gibi değil, gecenin karanlığındaki bir vampir gibi.

Üretiyorum. Ürettilerimin çoğu bu yaşam denen silsilenin içerisindeki nihil'e bir tutam yaradılış katmak. Fakat bir çok insan bu amacı yanlış anlıyor. Sanat ve yaradılışın onlar için varolduğunu düşünüyorlar. Bir kral portresini istiyor, bir soylu ise evinin ortasına büstünü koymak istiyor. Tanrı nasıl insanları yarattıysa onlar da insanların yarattıklarını kendi altlarında görüyorlar. Fakat yanılıyorlar; insan kendinden üstün şeyler yaratabilecek kapasitede, ancak bunu bilmiyorlar, bilenler de yok sayıyorlar.

Ben ise onlara bu hislerini tatmin etmenin yollarını sunuyorum. Tablolarını çiziyorum, büstlerini yapıyorum ve onlar da beni yaşatıyorlar. Fakat bu sadece basit bir yaşantı olarak kalmıyor. Eğer yaradılışın bir parçasını istiyorsanız cebiniz derin, kanınız yoğun olmalı. Birisini yeteneğim ile yakaladığım anda emmeye başlıyorum, gecenin en derin vaktinde uyuyan bir güzel gibi. Emiyorum, ancak karşılığını da veriyorum. Bunu seviyorlar.

"Muazzam!", "Muhteşem!", "Harkulâde!"

Ben ise başımı eğiyor ve kadehimi kaldırıyorum. O anda içtiğim şeyin bir şarap değil, onların can nektarı olduğunu düşünmek bana ayrı bir keyif veriyor.

Bu yüzden zaten her yerleştiğim yerde yeni bir atölyem oluyor. Eşyalarım tekrar alınıyor, en nadir materyeller ile çalışıyorum, güzelliği sebebiyle sokağa çıkması yasak olan soylu kızını çıplak görüyorum. Onun vücudu beni artık etkilemiyor çünkü daha iyisini mermere veya kağıda aktarabileceğimi biliyorum. Onların güzellik dediği şeyi ben sırf nispet olsun diye baştan çıkarıyorum ve ilk kez ben kokluyorum. Ne soylu bunu biliyor, ne de yakında evleneceği müstakbel kocası. Bir sonraki prens kavgasında ise ben çoktan gitmiş oluyorum buralardan.


Bize geçmişini anlat.

1672 yılında Budapeşte'de doğdum. Babam bir heykeltraştı, annemi ise tanımıyorum. Beni doğururken ölmüş. Sonradan bunun gayet doğal bir durum olduğunu öğrenmek beni biraz garip hissettirse de, onu tanımak isterdim. Fakat böyle bir şansım olmadı.

Babamdan öğrendim bir çok şeyi. Bu yüzden diğer görsel sanatlara göre heykel işlerim daha ileri seviyede. Kendisi bir ustaydı, Budapeşte prensinin kortundaki "soysuz soylulardan" biriydi. Soylulara yaptığı işler ile gayet iyi bir yaşam sürüyordu, sürüyorduk. 17 yaşında kaybettim onu, o ise 45 yaşında falandı yanlış hatırlamıyorsam.

Ardından kendi işlerimi pazarlamaya başladım. Bir şeyler yaratabilmenin verdiği sarhoşluk beni çok erken yakalamıştı ve safî üretiyordum, hiç bir şey düşünmeden. Herhangi bir fiyata herhangi bir sanat parçasını satabilirdim bana ertesi günkü öğle yemeğimi karşıladığı sürece. Tek yapmak istediğim şey durmadan bir şeyler çizmek, yontmak ve oluşturmaktı.

İnsanların ürettiğim şeylere verdikleri tepki beni kamçılarken onların salonun ortasındaki bir biblodan farksız şeylere dönüşmelerini görmek ise yıldırıyordu sanki. Zihnimden akıp giden ve ıskarpelamdan yaşam bulan heykeller ölüyordu resmen elimden çıktığı gibi, tuvaller ise yanıyordu sanki. Ben de bu değerbilmezler için ölü, soğuk ve anlamsız şeyler üretmeye başladım. Yaradılışın ışığından uzak ve karamsar. Bunu daha çok beğendiler. Onların avuçlarına ölü bir kedi yavrusu vermiş gibi hissediyordum ben, onlar ise keselerce nur bırakmış gibi.

Bu işte git gide ustalaştım. Kendimi muazzam pazarlayabilir hale gelmem çok vaktimi almadı, zira yeteneğim aşikârdı. Bir çok "macera" yaşadım 15 sene içerisinde. Osmanlı'nın Viyana kuşatmasının ardından geri çekilmesiyle beraber Macar ve Osmalı politik çekişmesi kızışmıştı, prensler iki kuvvetten birine ruhlarını satıyorlardı. Ben ise hiç politikaya bulaşmadım, resmen seksek oynayan çocuklar gibi bir prensten diğer prensin kortuna zıpladım.

Ta ki onu görene kadar.

32 yaşıma yeni girmiştim ve Philippe Nagavitzine'nin kortuna davet edilmiştim. Odaya ilk girişimi çok iyi hatırlıyorum. Muazzam bir saray odası, çember şeklindeydi. Bahçeye doğru bakan bu çemberin yarısı kalenin dışına doğru taşıyordu ve bu kısımlar camlarla kaplıydı. Cam üretmenin ve böyle bir çember odanın yarısının onla kaplanması dikkatimi zerre çekmemişti. Gözlerimin tüm dikkatini beyaz tuvalin ortasındaki siyah bir nokta gibi çeken tek şey Philippe'nin oğlu August idi. Kendisi 28 yaşında bir Transilvanya beyefendisiydi ve Ana-Maria hanımefendi ile evliydi. Evlilikleri politika içindi ancak gizliden gizliye birbirlerini zaten seviyorlardı sanırım.

Öylece babasının yanında duruşu ve ellerini arkada birleştirişi aklımdan çıkmıyor. Muazzam bir anatomiye sahipti, siyaha yakın mavilikteki tabartının arkasından süzülen pelerini öylesine yüksek bir gururla taşıyordu ki sanki soylu olmak için doğmuştu. Suratı ise simetrikti, eğer ölçersem yeni bir altın oran keşfedebilecek gibi hissediyordum içimde. Siyah ve kısa kesilmiş saçları karışık olsa da içlerinde mükemmel bir düzen barındırıyor gibiydiler.

Babasının bir çok portresini ve büstünü yaptım son bir, bir buçuk sene içerisinde. August'un ise vücudunun her yerinin reprödüksiyonu atölyemin kilitli kapılarının arkasında mevcuttu.

Onunla git gide daha iyi arkadaş olduk. Ardından yakın bir dost. Ardından sırdaş. Bir çok akşamımız beraber geçer oldu. Şehre indiğinde hep yanındaydım, başka bir vilayete gittiğinde de. Saf birer erkek dostluğuydu aramızdaki aslında, ben ise onun gözleri benden uzak olduğunda, onu izliyordum. Ezberliyordum her bir yerini, simetrik kaslarını ve suratını, saç tellerini ve tüysüz yanaklarını. Muazzam bir görüntüydü. Birinin elinden spesifik olarak işlenip çıkmış gibiydi. Bu form zihnime zerk ettikçe acı çekmeye başlıyordum çünkü bunun mükemmelliğini asla yakalayamayacak gibi hissediyordum.

Ayrıca göremediğim başka bir çok noktası daha vardı.

İlişkimiz bir noktadan sonra dostluğu ve sırdaşlığı aştı. Artık geceleri de beraberdik ve eşi, benden çok yalnız kalıyordu. Muazzam bir deneyimdi benim için, onun vücudunu olabildiğince yakından incelemek ve başkalarına hiç göstermediği ifadelerini görmek. Bir oyuncağa dönüşürken elimde, aslında ben onun bir esiri oluyordum sanki. Birbirimize git gide daha da yaklaşırken sarayda fısıltılar dolanmaya da başlamıştı.

Ana-Maria ise aptal bir eş değildi.

"Cehennemin öfkesi yanlış yapılmış bir kadınınkinin yanında hiçten ibarettir." demişti bir şair, vaktinde. Atölyeme girdiğinde ise bu öfke onu tamamen sarmış olmalıydı çünkü nereye bakarsa baksın, August'u görüyordu. Onun kolları, elleri, bacakları, gözleri, dişleri ve tırnakları. Nereye baksa mermer, nereye baksa ölümsüz bir August vardı. Ben ise, şu zamana kadar yapılmış en mükemmel yaradılış üzerinde çalışıyordum.

Bana doğru yürüdü. Eline bir büst aldı.

Tutku, ihtiras, öfke ve hüzün ile doluydu. Aynı benim gibi.


Bize korkularını anlat.

Ölmek benim için en büyük korkulardan biriydi aslında fakat o sınırı çoktan aştık sanırım.

Ölmeyi biraz daha tarif etmeliyim belki de. "Ölme" konsepti dolaylı yoldan beni korkutuyor aslında, boynumdan aşağı uzuvlarımı titretecek kadar beni etkileyen şey artık "yaratamayacak" olmak. Ellerimi kaybetmek o kadar beni benden almıyor mesela, ellerim yoksa ayaklarım, onlar da yoksa ağzım var. Benim yerime birisi de üretebilir, direktifleri ben verdiğim ve vizyonu aşıladığım sürece.

Beni gerçekten ve gerçekten parçalayacak şey, bir daha asla yaratıcılığımın ruhumdan dışarı akıp dünyayı değiştiremeyeceği bir ana varmak. Pasif kalmak. Bu yaratıcılığı yitirmek. Üretememek. Domuzlardan biri haline gelmek.

Evet, tam olarak bu.

Belki bunun yanında, istediğim şeyi ne olursa olsun gerçekliğe kavuşturamamak da beni yok edecek başka bir şey. Aklımda varolan imgeleri ve formları yaratamamak demek, içimdeki ateşin harlanarak beni eritmesi demek. Bu, muhtemelen korktuğum başka bir şey. Bu eller çalışmalı, ancak bu zihin için çalışmalı, bu yaratıcılık yolunda nasır tutmalı.

Yarattığım ve ürettiğim şeylerin beğenilmemesi zerre umrumda değil zira onları anlayabilecek bir zihin gayet nadir bulunan bir şey. İnsanları bu yüzden yadırgamıyorum veya yargılamıyorum, onlar doğuştan lobotomili oldukları için zaten bunu anlayamazlar.

Ürettiğim şeylerin anlamayan insanlar tarafından yok edilmesi de beni korkutan, gerçekleşirse de öfkelendirecek nadir olaylardan. Ana-Maria ihtiras ve tutkuyla dolu olabilir, ancak o büstü kafama vurmak yerine gözlerimin önünde yere atsaydı August tekrar evlenmek zorunda kalabilirdi.

Muhtemelen ben de yeni bir "sanat akımı" keşfetmiş olurdum.


Bize nasıl göründüğünü anlat.

1.80 boylarında bir Transilvanya erkeğiyim. Siyah, omzuma kadar gelen saçlarım düz başlayıp dalgalanıyorlar sonlara doğru. Saçlarımı toplamayı sevmiyorum. Tenim olması gerekenden bir kaç ton daha açık, bu yüzden üzerime sinen mermer tozu genelde belli olmuyor. Sıska değilim, atletik olacak kadar da planlı bir rejimenim yok, fakat sürekli bir şeyler üretiyor oluşum ve fiziksel olarak yoruluyor oluşum sebebiyle tonlu bir vücudum var. Suratım ise söylenene göre gayet derli toplu ve "yakışıklı". Sanırım bu yüzden kadınlar ile olan şansım gayet iyi.

Hatta erkeklerle bile, bazen.

Siyah botlar giymeyi tercih ediyorum dizlerime kadar. Siyah bir pantolon tercih ediyorum botların içerisine sıkıştırdığım. Üzerimde genelde beyaz bir gömlek oluyor, onun üzerinde de bir pardisü, dışarı çıkarken. Eğer çalışıyorsam önlük takıyorum mutlaka.

Ellerim nasırlı ve tırnak aralarım genelde boya dolu. Ellerimi yıkasam da kollarımdaki boyaları çıkarmakla pek uğraşmıyorum nasıl olsa gömleğim kapatacak diye. Saçlarıma karışan mermer tozunu mutlaka ayıklıyorum, fakat vücuduma konanlar ile teker teker ilgilenmiyorum.

Genelde bayık bakışlarım var ancak gözlerim göründüğünden daha keskin. Siyahlar, kaşlarım ve sakallarım gibi. Sakalım ise az, epey az, genelde tamamen kesiyorum. Surat şeklimin muazzamlığını beğeniyorum ve başkalarının da bu güzelliğe nail olması hoşuma gidiyor.

Post Reply