Vaughn Percival Carrington

Vaughn Percival Carrington
Posts:5
Joined:Mon Sep 02, 2019 10:32 pm
Vaughn Percival Carrington

Post by Vaughn Percival Carrington » Fri Sep 06, 2019 5:04 am

Vaughn Percival Carrington

Bize nasıl öldüğünü anlat.
Bu adam, bizzat kendi tebaası tarafından yakıldı.

Sevilen bir figürdü hâlbuki, halk onu bağrına basmıştı. İlk zamanlarında iyi bir hükümdardı, insanların idolü ve gurur kaynağıydı. Fakat Vaughn'un pençesine düştüğü hastalık onun mizacını değiştirecek, daha gölgelerde yaşayan bir mahlukâta çevirecekti. Damarlarında akan kana duyduğu açlık, derisini canlı canlı pişiren güneş; genç hükümdarın gittikçe daha çok kendini kaybetmesine yol açacaktı. Gözlerinin altında derin mor lekeler baş gösterecek, karanlığa ve gizeme duyduğu açlık onu tüketecekti. Garip ve dışlanmışlıkların kendi bedenini kurtaracağı düşüncesine saplanacak, en karanlık ve en solmuş güller ile yatıp kalkacaktı. Yitmeye başlayacak, soyut bir boşluğun göbeğine doğru çekilecekti. Ruhu hiç olmadığı kadar kararacak ve bir zamanlar ışıl ışıl zırhın içinde gülümseyen genç adam, yerini bir günahkâra teslim edecekti.

Vaughn değiştikçe, onun tebaasıda kendisiyle birlikte değişti. Şehrin içinde daha az görünmeye başlayan adam, hakkında çıkan sayısız fısıltı ve tıslamanın kaynaklarına engel olamadı. Düklerinin, her seferinde başka bir şüpheli şahıs ile koyun koyuna olduğunu gören insanlar bu bilgiyi ötekine aktarmada hiç çekinmedi. Zaten halihazırda dengesizleşmeye başlayan Vaughn, hakkında çıkan çirkin iftiralar ile iyiden iyiye deliye döndü. Kendi iktidarının zayıflamasının altındaki sebebinin yine kendi merhameti olduğu fikrini edinen genç dük; sokaklarda sıkı yönetimini ilan edip, kendi fermanına karşı gelenleri en ağır infaz yöntemleri ile cezalandırmaya başladı. Kerpeten ile koparılan parmaklar, suçluların cezasını onların ailelerinden alan bir adalet yargısı;elbette ki Vaughn hakkında çıkan söylentileri misliyle katladı.

Artık adamın boşluğu şehir tarafından kanıksandı, Devonshire kalesinin altında yaşayan insanların kalbinden bir figür kesip atıldı. Ve o boşluğun içi, alabildiği kadar soyut imge ile doldu. Yalnızlıktan doğan pişmanlık, bilinmezliğin esintisinin getirdiği korku ile bir araya geldi. Şişti o boşluk, en melûn duygular; irin ve pislik ile doldu. Ta ki patalyıcı güne değin...

Fısıltılar güçlendi, Vaughn'un daha çok cadı ve büyücü ile iş birliği ettiğinin bilgisi dört bir cihana erişti. Artık bu adamı koruyacak ne güçlü bir baba, ne de bilge bir anne nasihatı kalmıştı. Carrington'ların Devonshire'daki nesli neredeyse tükenmiş, geriye bir tek hasta evlat bırakmıştı. Ve aynı Vaughn'un doğdu gün olduğu gibi, fırtınalı bir alacakaranlıkta, şehre bir kan kırmızı sancağın altında askerler gelecekti. Kuzgun siyahı zırhlar ile bezenmiş askerler ve onların önünde komutanlık eden Kral James VI... Bunlar sıradan askerler değildi, bu sancak sıradan bir sancak değildi. İskoç sancağının altında birleşmiş cadı avcıları, sadece ama sadece ölüme hizmet ederlerdi. Onların gelişi bir ölüm fermanının onaylandığı anlamını taşıyordu,.

Artık kendini tamamen kaybetmiş olan Vaughn, son ana kadar neler olduğunu hiç fark etmemişti. Kendi sancaktarları ona ihanet etmişti. Bu sırada genç dük, birkaç metre ötesinde neler olduğunu idrak edemeyeceği kadar büyük bir hastalığın pençesinde; bulabildiği tüm cadı ve büyücüler ile damarlarında akan hastalığı tedavi etmeye çalışıyordu.

Yüksek kalesinin en tepesinde, yalnız bir kulenin son kattaki odasındayken... Onun kapısını koruyan muhafızlar bile kılıçlarını yere bıraktılar ve en yüksek kademe cadı avcılarının Vaughn'u sürükleyerek götürmelerine en ufak tepki dahi vermediler. Cadı avcıları sert mizaçlı ve yaptığı işten büyük keyif alan insanlardı. Yakaladıkları avlarına ne kadar işkence çektirirlerse, o kadar fazla günahı bedenlerinden çıkarttıklarını düşünürler; kendileri adına değil, işkence ettikleri zavallı adına mutlu olurlardı. Bu melûn kader, Vaughn'un başına da gelecekti. Ona en çılgın acıları yaşatacaklardı, hastalıktan ve kendi zihnin düşmanlığından çok daha somut acılar...

Şafak daha sökmeden, genç dükü tüm şehir boyunca sürüklediler. Adamın derisinin her bir santiminden akan kana aldırış etmeden, keyifli bir şekilde onu azgın kalabalıkların ayaklarının altında çiğnediler. Tam şehrin göbeğine geldikleri zaman ise Vaughn acıdan bayılamayacak kadar harap edilmişti. İşinin pirî olan askerler, meydanın tam ortasında geniş odunlardan kurulmuş, oldukça düzgün bir şenlik ateşi yakmışlardı. Bu ateşin hemen çevresine geniş bir platform yerleştirilmiş, ateşi çevreleyen odunların tam ortasına ise iki adam boyutunda bir kazık çakılmıştı. Buna 'cadı alevi' diyorlardı. Günaha bulaşmış iğrenç varoluşa sahip cadıların içindeki kötülüğü yakmak ve tanrılarının huzuruna pürü pak bir şekilde çıkarmak için icad edilmişti. Ve tam o gün, bunun ne demek olduğunu sadece tavernadaki şarkılarda dinlemiş olan Vaughn; vücudunun her bir yanında hissederek öğrenecekti.

Yaralanmış ve bertaraf edilmiş bedeninin içine hapsolmuş Vaughn, kolları ve bacaklarından başlayarak tüm vücudunu saran zincirler ile kaplandı. Onu alevlerin ortasındaki kazığa geçirirken, genç dük direnememişti bile. Harlanan ateş onun vücudunu ele geçirirken, halk zevk ve kahkahadan uyuşmuş bir şekilde çığırtmaya başladılar. Adamın haykırışları arttıkça, halk onu bastırmak istercesine kahkaha attılar; hırsını alamayanlar ise onun çıplak tenine bir taş isabet ettirmeyi denediler. Büyük bir ironiydi bu. Bundan tam 37 sene önce, halk yine meydanda toplanmış ve yine aynı şekilde çığırtmışlardı. Fakat o sefer bir ölüme duydukları tahrikten ötürü değil, soylu bir ailenin son asilzadesinin doğmasına duydukları coşku ile kupalarını kaldırmışlardı. Şimdi ise korkunç bir kader mahkumuna duydukları nefret ile sesleniyorlardı gökyüzüne, onun ruhunun çürümesi için hep bir ağızdan dua ediyorlardı.

Fakat bir dükün, bir kraliyet mensubunun böylesi iğrenç işlere bulaşmış olması Kral James VI'yı hiç memnun etmemişti. Şerrin Vaughn Percival Carrington'ın kemiklerine kadar işlediğini ve onun çıkartılabilmesi için ateşin yeterli gelmeyeceğini buyurdu. Bunun üzerine adamın yanmış cesedini, tamamen et yiyen böcekler ile dolu bir sandığın içine yerleştirdiler. Bu sandığı derin bir dehlizin en karanlık noktasına gömüp, üstüne önce kurşun dökerek mühürlerdiler. Ardından da mührü üzerini yoğun kireç ile kapladılar ki, bir daha hiçbir şey bu toprağın üstünde yetişemesin diye. Hiçbir canlı bu dehlize yaklaşamasın ve hiçbir iblis, bu toprağın altından çıkıp insanoğlunun yaşadığı toprağa adım atamasın diye!

Ve bu adam, kendi tebaasının çığlıkları eşliğinde yakılmıştı. Aciz bedeni böceklere yedirilmiş ve bir daha kimse onun mezarına dua edilemesin diye, sonsuz bir çukura hapsedilmişti. Genç bir prens olarak başladığı hayata, Devonshire'ın Cadı Kralı olarak veda etmişti.


Bize kendini anlat.
Bu adam gururluydu, mağrur bir savaşçının karizmasına ve binlerce insanın kaderini tayin eden bir dile sahip olduğunun farkındaydı. Her şeyden önce bir savaşçı olarak yetiştirilmişti. Savaş alanında delicesine çarpan kalbin ne demek olduğunu, onu yerinden söktükten sonra ne yaşandığını ve nasıl yerinden söküleceğini iyi biliyordu. Hayatı ne toz pembe görecek kadar kaygılıydı, ne de ölüm ile dost olamayacak kadar aciz. Sert bir adam değildi, ama olabilirdi. Kayıtsız ve şartsız bir şekilde acımasızlık yapmazdı, ama yapabilirdi. Hayatın ne getireceğini bilecek kadar bilge olmadı hiç. Hayatın ne getireceğini bildiğini idda edecek kadar aptal da... Sadece, hayatın siyah ve beyazdan ibaret olmadığını bilecek kadar çok yaşadı şu insanoğlunun dünyasında. Hayat, beraberinde binlerce farklı tonu da getirmişti.

Adamı anlamak istiyorsak, önce onun hayatını iyi irdelemeliydik. O lanet hastalığa yakalanmadan önce, Vaughn, uçarı bir genç adamdı. Hayattan keyif almasını, çevresindeki insanlara keyif vermeyi ve yaşamı kutsamayı bilirdi. Çocukluğundan itibaren kraliyet âdetleri ile büyütülmüştü. Biftek bıçağını nasıl kullanmasını bildiği gibi, bir hanımefendi ile nasıl konuşulması gerektiğini, onunla nasıl dans etmesi gerektiğini bilir; en derin tablolalarda saklı şifreleri tek bir bakışta çözerdi. Adamın zevkleri engindi, hatta yer yer çarpık ve fantezilerle doluydu. Sonuçta sıradan bir adam değildi bu, her şeyi satın alabilecek kadar parası olan adam. Doğduğu anda, her şeyi ve herkesi satın almış olarak hayatına adım atmış olan... Kendisine zevk veren her şeyi sahiplenmeyi, öğrenmeyi ve onu kendinin bir parçası yapmayı görev edinmiş bir hükümdardı. Değer verdiği kimseler ile gününe gün eder, en ufak kaygıyı bile çevresindeki insanlara hissettirmezdi.

İyi bir empati duygusuna sahip olabilirdi, ama onun özel yeteneği kendi hissettiği duyguyu insanlara zerk edebilmesinden öte geliyordu. Adam o an ne hissediyor ve düşünüyorsa, çevresindekilere bu duyguyu zerk edebilme yeteneği bahşedilmişti. Eğer bir zindanın en ucundaki örümcek ağı kadar gergin ve bitap hissediyorsa, onun etrafındaki herkese bulaşırdı bu duygu. Vaughn'dan dalga dalga yayıran aura herkesi kaplar, kendi içine çeker ve hükümdarın çevresinde sallanarak onun baştan çıkartıcı etkisinin kölesi olurdu. Ama madalyonun ikinci bir yüzü vardı. Dediğimiz gibi bu adam zevk almasını bilirdi, zevk vermeyi ise almaktan bile daha çok severdi! Eğer Vaughn kendini en zengin hazinelerin üstündeki madalyon kadar parlak ve nadir hissediyorsa... Onun çevresindekiler hayatlarındaki en iyi nefesi ciğerlerine çeker, tattıkları her şey şerbetten daha tatlı olur; vücutlarının her bir köşesi orgazmın değişik bir tonu ile uyuşurdu.

İnsandan anlardı, her bilge hükümdarın yapması gerektiği gibi. Tek bir bakışta onların ruhunu okur, altlarında ne denli kanlı hançerlerin ve peri tüyünden yapılmış yastıkların olduğunu bilirdi. Çocuk yaşlandıkça, sahibi olduğu bu insan sarraflığını onu karanlık bir yöne doğru çekmiş; Carrington'ların tek sağlıklı oğlunun önyargılı bir adam olarak yetişmesine neden olmuştu. Vaughn sabit fikirli birisi değildi, aldığı eğitim onu yenilikçi ve dışa dönük birisi haline getirmişti. Ne var ki, bir insan hakkında hüküm verdiğinde... Bundan geri dönüşü yoktu. İnsanları bu denli değişemez varlıklar olarak görmek, onun kalbinde yatan diktatörün filizlenmesine neden olacaktı. Tek bir bakışta gördüğü keskin gölge, bir insanın hainlik ve şeytanlık için damgalanması için yeterli olduğunu düşünecek; mecbur kaldığında her şeyi yapacak ruhu, insanları derin bir potanın altında eritecekti.

Daha sonraları, derin bir hastalığın kuyusuna düştü bu adam. O andan itibaren kişiliğinin keskin uçları, yepyeni özellikler edinmeye başladı.

Her şeyden önce, daha gaddar bir adam haline geldi. İnsan kanına duyduğu açlık onu her an gafil avlıyor, uyurken bile adamın peşini bırakmıyordu. Ne kadar şarap içerse içsin susuzluğu dinmiyor, ne kadar kadınla birlikte olursa olsun açlığı yatışmıyordu. Dünya üzerindeki hiçbir altın onun kesesini tam olarak dolduramıyor, en geniş yataklar bile adamın uykusunu alması için yeterli gelmiyordu. Hatta kan içmeye cüret ettiği o vahşi saatlerde bile, daha fazlasına ihtiyacı oluyordu. Bu durum adamın zihninde bastırılamayan bir şiddet olgusuna yol açmıştı. Eğitimli bir savaşçı olan Vaughn için, bu durum tehlikeli bir kombinasyon haline geliyordu. Adam artık çevresi için bir tehditti.

Zevklerinden mahkum bırakan hastalığı, sadece onu belli bir şeye bağımlı hale getirmemiş, aksine onun zevk aldığı her şey ile arasında bir ket vurmasına neden olmuştu. Bu durum, adamın hayattan zevk almak isteyen yönünü körükledi. O artık daha ekstrem zevklere sahipti, daha az idealist ve daha çok hedonistti. Yatakta, sofrada, savaşta, enstrumanın başında ve boş bir tuvalin önünde... Tatmin olmayan zevklerini tatmin edebilmek için daha ileriye gitmeye cüret edebilen bir adam haline geldi. Eskiden iyi bir hükümdardı, çünkü keskin bir empati duygusu; onun omuzlarının üstünde binlerce insanın ruhu olduğunun bilincini kazandırmıştı. Ama bu duygu da her şey ile birlikte körelmiş, yerini umursamaz bir adam halini almıştı. O artık sadece kendi duygularını önemseyip, kendi güvenli alanına soktuğu üç beş kişi haricinde dünyanın yanmasını umursamamaya başlamıştı.

Sıradışı zevkler bir yana, odak noktasıda değişti. Eskiden sayısız enstruman çalmaya bir merak duyardı. Kalemin, tuval üzerinde, kaç farklı şekilde hareket ettirilebileceğini merak eder; boş sayfanın üzerine nasıl bir sanat ortaya konacağına ilgi duyardı. Bırakın Devonshire'ı, koca İngiltere krallığında kendisine meydan okuyacak kılıç ustalarını; kendi topraklarına davet edebilecek kadar cesurdu da. Ama güneşin laneti onu vurduğunda, artık tüm bunları yapamayacak kadar yorgun düştüğünü hissetti. Daha gölgede kalmış sanatlara ilgi duymaya, cezbedici kokularının büyüden geldiğine inanan kadın ve erkekler ile başbaşa kalmaya başladı. Kutsal kitabında yasaklanmış bir ilme gönül verdi. Başlangıçta her şey kendi sağlığnıa kavuşmak için, doktorların onda bulamadığı sorunu; yeni tanıştığı kimseler ile el ele vererek çözmek içindi. Ama bu el ele veriş bir noktada, en karanlık tanrılara sunulan adaklara ve onların adına işlenen kanlı törenlere kadar gidecekti. Amaç bir noktadan sonra araç halini alacak, karanlık ilmin sınırları adam için bir hiç olacaktı.

Karanlık, artık adamın oyun sahasıydı. Kötü bir adam olmadığını düşündü hep. Öldürdüğü ve işkence ettiği insanları, adak olarak kendi kanında boğulmasına izin verdiği canlıların daha yüce bir amaca hizmet ettiğini biliyordu.

Ama zaten... Gizemli yolları, kendi tanrısının mucizelerle dolu kitabıyla çoktan takas etmişti bile.


Bize işini anlat.
Bu adam, yaşamının büyük bir kısmı boyunca Devonshire prensiydi.

Kendi tebaasının, babasından sonra gelen haklı temsilcisi; bir şövalye ve aynı zamanda liderdi. Halkı arasında sevilen bir figürdü. Halkını fazla umursadığından değildi, ama en az babası kadar adildi. İnsanlar onun kapısına geldiği zaman onları geriye çevirmez, sözlerini dinlerdi. Genelde bunu çok umursadığından değildi, ama halk içinde kendi destekçilerini yaratmanın en zekice yolunun bu olduğuna karar vermişti. Babasına gitmekten çekinen köylüler, onun kapsına uğrarlardı. Ama Vaughn'un düklük içindeki rolü, daha çok askeriydi. Belirli bir yaşa geldikten sonra, kusursuz bir savaşçı olduğunu hemen hemen herkese kanıtlamıştı. En usta şövalyelerden bir daha iyi dövüşüyor, kendisinden çok daha yaşlı olan komutanlardan bile daha akıllıca taktikler kurgulayabiliyordu. Bizzat babası tarafından, otuzlu yaşlarının başlangıcında, Devonshire askeri birliğinin komutanı olarak atandı. Bu birlik sadece kendi sınırlarını koruyan, kendi sancakları olan bir birlikten öte; aynı zamanda Devonshire içindeki kolluk kuvvetleriydi. Yeri geldiği zaman, bizzat kraliçenin çağıracağı sancaklarında başında gelmekteydi. Vaughn, Devonshire kontu oluncaya kadar yaşamı boyunca bir komutan oldu.

Ve hükümdarlığının ilk günlerinde geçirdiği hastalık onu değiştirdi.

Hiçbir zaman elini korkak alıştırmayan bir asker olan Vaughn, gümüş saçlarının kana bulanmasına izin verdi. Öleceği güne kadar, kendi kendinin nasıl değiştiğini fark etmeyecekti maalesef. Sadece ilgi duyduğu şeylerin değiştiğini fark etti, o kadar. Artık kiliseye gitmez oldu, dinden saptı ve karanlık bir yolun bekçisi oldu. İyi bir hükümdardan bir diktatöre dönüşme süreci o kadar hızlı oldu ki; kendi tebaası bu değişimi ancak iblis ve şeytanların işi olduğuna kanaat getirdi.

Bu adam yaşamının sonunda bir hükümdar olarak değil, bir cadı olarak ölecekti.


Bize geçmişini anlat.
Vaughn Percival Carrington (1600 - 1637)

Bu adamın hayat yazgısı, daha o dünya topraklarında ilk nefesini almasından bile öncesine dayanıyordu. Ana rahmine düşen her çocuk gibi, o da doğacağı aileyi ve ismi seçemezdi. Ama hayat denilen koca yanılgı, onu Carrington'ların ilk sağlıklı çocuğu olarak doğmasına müsaade etti. Gökyüzü kara bulutlar ve şiddetli fırtınalar ile kaplı bir gecede, yeni bir milenyuma girişin müjdecisi olarak doğdu. Daha ilk nefesi ciğerlerini doldurmadan önce, korkunç gökyüzünde gördüğü şeye anlam verememişti bebek. Ne olduğunu, kim olduğunu bilmediği gibi; kime dönüşmesi gerektiğini de bilmiyordu. Fakat damarlarında akan kanın, onun asla kurtulamayacağı bir bağlılığa sebep olduğunu ancak yıllar sonra anlayacaktı. O an için, sadece bir bebekti. Onlarca kraliyet doktorunun gözetiminde, annesi Rowena tarafından yeni doğurulmuş bir bebek. Babası Frederic tarafından, büyük çığlıklar ve sevinç nidaları ile havaya kaldırılan bir yeni doğan. Koca bir mirasın gerçek varisi olduğundan habersiz, doğumu binlerce tebaanın çoktan diline düşmüş olan bu bebek... O an sadece ağlıyordu, bilinmezlikten ve soyuttan gelen her varlık gibi. Ama binlerce insan, onun doğumu ile birlikte nefeslerini tutarak koca bir kuleye baktığını bilmiyordu. Bu bebek, büyüdükçe öğrenecekti; ne kadar fazla insanın kaderinde etkisi olduğunu.

Carrington'lar, dönemin en büyük soylu ailelerinden birisiydi. Resmi kayıtlara göre geçmişleri 1200'lü yıllara dayanmaktaydı. Daha az 'resmi' kayıtlara göreyse, soylarının başlangıcı yuvarlak masa şovalerinden birisi olan Lancelot'a dayanırdı. Oldukça tartışmalı bir figür olan Lancelot, özellikle Büyük Britanya Kralı Arthur'un biricik karısı Kraliçe Guinevere ile olan yasak aşkı ile bilinirdi. Söylenen oydu ki, bu yasak aşkın bir de meyvesi olmuştu: 'Madeleine'. Kimse tarafından öğrenilmemesi gereken bir soyun temsilciydi, bu doğan ufacık yavrucak. Bu gizli ilişkinin ortaya bir kız çocuğu çıkarması bile, kör göze parmak sokmak ile eşdeğer bir küfre denk geliyordu. Çünkü bu yavrucak, soyisminden bağımsız olarak, koca bir soyağacına hayat verebilecek güçle dünyaya gelmişti: kadınlık.

Söylenen oydu ki, Lancelot bu çocuğun öldürüleceğinden emindi. Kendi hayatı umurunda değildi, zaten onu yıllar önce kralına sunmuştu. Onuru ise çoktan çiğnenmiş, delik deşik edilmiş ve günah ile kirletilmişti. Hayır, genç şovalye sadece kendi kızını ve biricik sevgilisi Guinevere'in canını düşünüyordu. Yapacak tek doğru hamlenin, bu genç kızını bambaşka bir isimle büyütmek ve hatta saklamak olduğu yargısına varmıştı. Hatta ve hatta, kızını bir daha asla görmemeliydi; ne o, ne de biricik anne Guinevere. Böylece, küçük kız çocuğu daha dünyada geçirdiği ilk günlerin ardından annesinin sıcak kollarından koparıldı. Lancelot'un en güvendiği yaverlerinden birisi olan Charles'a emanet edildi ve uzakta, bu yaverin doğduğu ufak; önemsiz bir köyde büyümesine izin verildi.

Tabii ki bu sadece bir efsaneydi ve her bir Carrington'ın, o pek kibirli burunları havalı bir şekilde söylemekten çekinmedikleri bir öyküydü bu. Sanki Carrington'ların daha fazla şan ve şöhrete ihtiyacı varmış gibi, kanlarının değerinin bir kat daha vurgulanması önemliymiş gibi... Bu anlatılan efsanede bir gerçek payı varsa, o da Carrington soyağacının kelime anlamıydı. Carrington, Charles'ın kasabası anlamına gelen keltik orijinli bir kelimeydi. Ve pek çokları, Carrington'ların, Kral Arhur ve hatta Morgana le Fay ile olan bağlantıları arasındaki ince çizgiyi görmedi. Pek çokları için, yüzlerce yıl öncesine dayanan ailelerden bir başkasıydı Carrington. Kraliyet tarafından sevilirdi ve bizzat Kraliçe'nin en güvendiği sancaktarlarının başında gelirlerdi.

Vaughn'un babası Frederic Leopold Carrington ve annesi Rowena Miriam Carrington, Devonshire dük ve düşesiydi. Kendilerine ait toprakların kraliçeden sonraki en büyük liderleriydi. Kendilerine ait arması ve sancağından tutun da, yaşadıkları kalenin en tepesinden bakıldığı zaman görünen her şey bizzat onlara aitti. Toprak da, insan da... Devonshire'da kalbi çarpan her bir canlıya sahiplerdi. Her bir yaşayan ruh, onlar için yaşar ve onlar istemediği takdirde ölürlerdi. Halk bundan mutluydu, daha iyinin nasıl olması gerektiğini hiçbir zaman öğrenmemişlerdi çünkü. Yüksek bir yamaca kurulmuş olan Devonshire Kalesi ve onun altında yaşayan tebaa, koca Devonshire halkını oluştururdu. Fakat ailenin geri kalan kollarına ve öteki Carrington dük ve kontlarına nazaran, Frederic Leopold oldukça adil bir düktü. Halkına hiçbir zaman önyargılı davranmazdı, insanları dinlemeyi ona babası öğretmişti. Ne vardı ki, Frederic Leopold oldukça keskin kararlı olan bir adamdı. Bir kellenin alınması gerektiğine karar verirse, bunda oyalanmazdı.

Dönemin kral ve kraliçesinin bu tavrı, halk tabanında da bir karşılık bulmalarına neden olmuştu. Her ne kadar elinde yüzlerce insanın kanını bulunduran bir komutan olsa da, Frederic Leopold ve onun biricik karısı Rowena, halk tarafından en sevilen liderler olarak anılmaya başlanmıştı bile! Her ne kadar çocuklar hala kömür madenlerinde çalışırken kollarını kaybetseler; gemiciler derin limanın soğuk suları ile donup ölseler bile... Söylenen oydu ki, koca bir halktan sadece bir kişi onları sevmezdi. On binlerce insan, Carrington ismini duyunca ellerini göğüslerine getirir ve çok yaşa diye bağırırlardı. Bir kişi hariç, Ywain ismindeki bir büyücü. Yıllar tam olarak 1542'yi gösterdiğinde, İskoçya'da yaşanan olaylar meşhurdu. İskoç kralı James VI, kendi tebaasından tam 80 kişinin yakılması emrini vermişti. Çünkü onu sevmeyen cadı ve büyücülerin, ülkesinin havasını sürekli bozduğunu buyurmuştu. Bu tarih bir milat kabul edilmiş, yüzyıllardır çevre ülkelerde devam eden cadı avının, İngiltere'ye de sıçramasına neden olmuştu. Kimileri ise bunun bir bahane olduğunu söyledi. Onlara göre kadınların yakılmasının sebebi, yıllar sonra Kral Arthur'un kendisine ihanet eden karısının sırrını keşfetmesine bağlıydı. Yüzyıllardır ülke dışında yakılan kadınlar, aslında sadece Madeleine'i bulmak için bir paravandı. Kim bilirdi ki?

Vaughn'un babası olan Frederic ise, krallık komutasındaki cadı avcıları onun topraklarına dayanmadan önce, göstermelik yada değil, birilerini yakması gerekiyordu. Ve bu kişi, zavallı Ywain ve onun ailesinden başkası olmayacaktı. İnsanlar onu ve ailesine cadı derdi, büyülü derdi. Kimseye zararları dokunduğu görünmediyse de, o ailenin kapısından giren herkesin isteklerinin yerine geldiğini bilinirdi. Gebe kalamayanın çocuğu olur, kötürümün koşarak kulübeyi terk ettiği bilinirdi. Ama Frederic Leopold'un seçim şansı yoktu. Kral James'in sancağı altındaki cadı avcıları, öyle yada böyle kendi topraklarına uğrayacağını adı gibi biliyordu. Eğer o bir şeyler yapmazsa, daha çok masum kanın döküleceğini biliyordu. Yaşlı adam aynaya baktı ve "Çoğunluğun iyiliği için." diye buyurdu. O günün akşamında, Ywain ve ailesi yakılacaktı. O günden geriye sadece, büyücünün lanet eden yakarışları kaldı: Leopold'un ona çektirdiği acıları, Leopold görmeden ölemesin diye ufka doğru bağırışı...

Yıllar yıları kovaladı, bu olay unutuldu ve bir daha konuşulmadı. dük hiçbir zaman bu olayı ikinci bir kere hatırlamadı, doğrusuna karar verdiğini biliyordu. Devonshire'da doğan Vaughn, babasının ilk sağlıklı çocuğuydu. Frederic ve Rowena çifti, daha önceki pek çok evlatlarını gizemli bir hastalığın pençesinde kaybetmişlerdi. Yaşayan en büyük çocukları bile, sadece beş yaşına kadar yaşayabilmiş ve vücudundaki her bir gözeneğinden akan kan ile birlikte korkunç şekilde can vermişlerdi. Bu çocuklar çelimsiz doğmuştu, güçsüz ve cansız görünüyorlardı. Daha doğdukları andan itibaren, ölecekleri kesinleşmiş bir hükmün habercisiydi. Vaughn ise güçlü bir bebek olarak dünyaya gelmişti, canlı bir sesi ve bir bebekten beklenmeyecek kadar hareketli mizacı vardı. Beş yaşına kadar, ailesi tarafından üzerine titrenilerek yetiştirildi. Vaughn'un peşinde sadece anne ve babası, onlarca kraliyet doktoru değil; aynı zamanda uzak diyarlardan gelmiş genç bir dadı olan Medea'da vardı. Cadı avlarından kaçmış ve Carrington çiftine sığınmış bu genç kadın, belki de dükün günah çıkartması için gönderilmişti. Ülkeye kabul edilmekle kalmadı, önce kendi şatosunda bir yatka verdi; ardından biricik oğlunu emanet ettiği başlıca kişilerden birisi oldu.

Ve tüm bu insanların gözetiminde Vaughn, kardeşleri ile aynı kaderi paylaşmadı, güçlü bir erkek çocuğu olarak yetişti. Dönemin popüler çalgısı olan piyanoyu, tam yedi yaşında, kendisinden çok daha yaşlı piyanistlerden bile daha iyi çalmaya başladı. Kusursuz tablolar çizmek onun için bir çocuk oyuncağıydı, küçük yaştaki zihnin ona verdiği hayalgücünü bir tuvale aktarmakta en ufak zorluk çekmezdi. Rapier ismindeki, dönemin en ünlü kılıcındaki ustalığını kazanmak için ise, on beşli yaşlarına kadar beklemesi gerekiyordu. Görünen oydu ki Vaughn, ona öğretilen her şeyi çok kısa sürede öğrenebilecek kadar becerikli ve zeki çocuktu. Neyse ki inanılmaz zengin babası ve onun doğumundan beridir nefeslerini tutan koca bir halk, genç prensin yanındaydı. Onu yetiştirebilecekleri en kusursuz şekilde, bilinen her türlü bilgi ile donatarak büyüttüler. Tüm bu inanılmaz özelliklerin yanı sıra, bu çocukta garip bir şeyler vardı. Bebekken sahibi olduğu altın rengi saçları, çocuk büyüdükçe değişmiş ve yerini gümüşî bir ton almıştı. Rowena bunun karanlık bir alâmet olabileceğini düşündüyse de, babası bunun krallık kanıyla alakalı olduğunu düşündü. Oğluyla gurur duymak için yepyeni bir sebep bulmuş gibiydi. Onun için oğlu kuvvetli bir erkek çocuğuydu, zekiydi ve soyunun mutlak temsilcisiydi. Ona sahip olduğu her gün, tanrısına dua ediyordu. İyi insanlardı, Frederic ve Rowena. Onlara bahşedilen oğlan ile gurur duymakta sonuna kadar haklıydılar. Yaşamlarının sonuna değin de bundan vazgeçmediler.

Zaman biraz daha aktı. Vaughn artık rüştünü kanıtlamış, yetişkin bir erkekti. Carington sancağının komutanı olan Wilson Hunniford'un sağ kolu olarak, babasına ve kendi topraklarına hizmet ediyordu. Yıllar içinde yiğit bir savaşçı olarak nam salmış, sancağı arasında da hatrı sayılır bir saygıyı kendi bileğinin hakkıyla elde etmişti. Vaughn artık biraz daha olgulanmış, ama hiçbir zaman o uçarı tavrı yok olmamıştı. Her daim heyecanlı ve girişken bir gençti, bir asker olması bunu değiştirmemişti. Sadece daha oturaklı bir karaktere sahipti artık, kendinden daha emindi; verdiği kararların bizzat bir yasa, tanrıdan aldığı gücün bir yansıması olduğunu biliyordu. Wilson iyice yaşladıktan sonra ise onun yerini alacak, ta babası ölene kadar onun ordusuna sahip çıkacaktı.

Henüz Frederic Leopold ve biricik karısı Rowena Miriam ölmeden önce, asla çocuklarının mürüvvetini göremedi. Onun yerine son yıllarını, Vaughn'un ansızın yakalandığı korkunç bir hastalığın aşamalarını görerek geçirdiler. Vaughn genç fakat başarılı bir komutan iken, daha henüz 29 yaşındayken, çok gizemli bir hastalığın pençesine yakalandı. Adamın diş etleri her gün kanıyor, yoğun güneşin zerk ettiği eti sanki kızgın demirler tarafından dağlanmış gibi yanıyordu. Bir süre sonra, adamın kendi kanının tadı da daha tatlı gelmeye başlamıştı. Kraliyet doktorları buna 'Porphyria' demişlerdi, çok antik ve nadir bir hastalıktı bu. Kana duyulan muhteşem bir açlık anlamına gelen hastalık, Vaughn'un hayatını dayanılmaz bir yere dönüştürmüştü. Kan içmek, çok büyük bir şerrin kapılarını açıyordu çünkü. Onu daha vahşi kılıyordu, daha anlaşılamaz birisi haline getiriyordu. İçtiği kan onun zihnini tüketiyor, geriye ise sadece karanlık büyük boşluklar bırakıyordu.

İngiliz kraliyet doktorları sadece kitaplarda okudukları ve daha önce hiç görmedikleri bir hastalığı asla iyi edemiyorlardı. Onların bu yetesizlikleri, genç prensin Viyana'ya olan ziyaretine kapı aralayacaktı. Dönemin en önde gelen Kutsal Roma İmparatorluğu'nun başkenti, sanat ve bilimin en hakikî merkezlerinden birisiydi; pek çok farklı mecra ve kültürden insana ev sahipliği yapardı. Vaughn Percival için tek şans buydu, iyileşmeye ve normalleşmeye olan tutkusu sebebiyle; bir kalp atımı sürede Viyana'ya varacaktı. Ne vardı ki işler hiç beklediği gibi olmayacaktı. Onunla görüşmeyi kabul eden doktorlar, adamın değişen biyolojisinden korkacaklar; camiaları tarafından dışlayacak ve hatta sarımsaklarla onu def etmeye çalışacaklardı!

Adam bitaptı, düşmüş ve yorulmuş. Değişikliği kabul etmesi gerekiyordu, yenilgiyi daha önce de tatmamış mıydı sanki? Viyana'da kalan günlerini zevk ve sefa içinde geçirmeye çabaladı. Sergiler, danslar ve kadınlar; illüzyonistler ve göçebeler... Değişen biyolojisi onu daha farklı, daha soluk ve gizemli bir adam halini getiriyor; adamın sosyal üstünlüğünü de bir hayli arttırıyordu. Ne vardı ki, hiçbir kadın artık eskisi kadar doyurmuyordu bu adamın açlığını. Tuvale çizilen çizgilerin değeri yitirilmiş, bir dans adımına duyulan heyecan azalmıştı. Zevk yoktu, sadece oyalanma ve çoraklık vardı.

Ve böyle sergilerden ve eğlence gecelerinden ayrılınan bir gün, boş bir sokağın hemen başındayken... Bir kadın ona yaklaşması için elini salladı. Bir çingeneydi bu kadın, incik ve boncuk bezeli kollarıyla; yaşlı ama cazibesinden bir gün bile kaybetmemiş suratıyla... Elinin hemen altında bir kristal küre tutuyor, masanın bir öteki yanında ise henüz yeni yapılmış pis kokulu bir çayın dumanı tütüyordu. Sokakta yaşıyordu bu kadın, çok belliydi, ama yine de bir prensi eliyle çağıracak cesareti gösteriyordu. Kadın hor gören bir ifadeyle bizim adama baktı ve "Senin hastalığını biliyorum." diye buyurdu. Ardından adama söz vermeden devam etti, "Hayır, mahlûk, çözümün bende değil. Sen lanetlenmişsin, ailenin günahlarının bedeli sana işlemiş. Sorunun kaynağı sihirde, çözümü de ondan olmak zorunda. İncilin ve Tanrı'n artık sana yardım edemez. Git şimdi, sorunu en yakınlarında ara."

Vaughn bu sözlere, hayatının sonuna değin inandı. Evine döndü genç prens, zihnini dolduran yeni yeni karanlık tohumları ile... O günden itibaren incili bir kenera bıraktı, yerini karanlık olarak bilinen sanatlar ile doldurdu. Odasını daha pis kimselere açtı, pespaye ve tehlikeli. Çocuklarından yana asla yüzü gülmeyen çift ise oğullarının eli boş dönmesi ile kahroldular. Rowena giderek daha da paranoyaklaştı, bembeyaz kesildi ve hep kendini suçladı. Yaşlı dük ise gittikçe daha da yaşlandı, varolan yaşı sanki misliyle katlanmış gibiydi. Ve bu çift birer yıl ara ile öldüler. İlk önce Rowena öldü, onu bulan hizmetkârlar kadını gül ağacından yapılmış bir halata bağlı olarak buldu. Kadın kendini asmıştı. Ardından da Frederic Leopold, vücudundaki kanın çok büyük bir kısmının aktığı talihsiz bir kazada(?) kaybedildi. Devonshire'da ki Carrington'lar neredeyse tükenmişti. Biri dışında...

Başa Vaughn Percival Carrington geçti.

Ve bu adam karanlık işlere bulaşmaya başladı. Şehirde kötü bir şöhreti olan kimselerle daha sık görünür oldu. Yakınında tuttuğu erkekler artık daha bitap tiplerdi, daha ücra köşeden çıkartılmış tekinsiz insanlardı. Yatağına aldığı kadınlar daha karanlıktı artık, daha esrarlı; bağımlı ve korkulan tiplerdi. Özellikle Morgaine isminde bir metresinin olduğu söylenmeye başladı. Bu kadın bir cadıydı, zamanında Frederic Leopold tarafından bağışlanmıştı. Çünkü eski hükümdar Ywain'e yaptıklarından dolayı kendini suçlu hissediyordu ve kapısına dayanan bu kadın ile günah çıkarması gerektiğine kanaat getirmişti. Fakat şimdilerde o kadın önce Devonshire kalesine, sonra da Vaughn'un yatağına girmişti. Tüm bunlardan daha kısa süre sonra, yeni hükümdarın zihninin içine de girmeye başlayacaktı. Ona hastalığını tedavi edebileceğini, kendi etinden faydalanabileceğini ve birlikte sınırlarını geliştirebileceklerini söylemişti. Kulağına fısıldanan hüküm sözleri, bu hastalıktan kurtulmaya çalışan genç adamın aklını çelmişti. O güne değin hiçbir kraliyet doktoru kendisini iyi edememiş, hiçbir gezgin onun derdine uygun şifayı getirememişti. Belki bu kadın ona iyi gelirdi?

Ve böylece, cadılık ve büyücülük olarak adlandırılan çeşitli otlar kaynatmayı öğrendi bu adam. Gümüş bıçak ile nasıl doğru kanı akıtması gerektiğini, ayın hangi evresinde hanımları Venüs'e doğru adağı adaması gerektiğini adı gibi bilir oldu. İncile göre küfür sayılan her vak'a, onun için birer dua niyetini aldı. Fakat bu adam ne yaparsa yapsın, hastalığının derdine derman bulamadı. Karanlık ritüeller ve şeytanların dillerinden duyulmuş saklı sözcükler onu şer dolu kapıların ardına götürmüştü. Ama o kapıların ardında, asla beklediği türden bir etki bulamadı.

Yaptığı onlarca şeyin sihir olduğuna hiçbir zaman tam olarak ikna olmadı. Ama arkasını dönemeyecek kadar ilerlemişti. Derin acılar çektiği günler ve geceler boyunca, tanrısı bu adamı yalnız bırakmıştı.

Genç adamın hayatının son yılı da, bu karanlık olaylara saplanarak geçti. Bir dük olarak görevlerini yerine getirmekten uzakta, kendi kalesine kapanmış bir şekilde Morgaine ile beraberdi. Kadınla birlikte olmaktan ve bol bol karanlık ayinler yapmaktan çekinmediği, çoktan halkın diline düşmüştü. Bir zamanlar James VI'ın sancağı altında toplanan cadı avcılarından korkan bir dük yoktu artık, o çoktan gömülmüş ve unutulmuştu. Vaughn bu unutkanlığının bedelini çok ağır bir şekilde ödeyecekti hâlbuki! Bir gece ansızın meşaleli bir kalabalık toplanacak ve bu kalabalık çığ gibi büyüyecekti. Kendi sancaktarı olan askerler bile ona ihanet edecek ve topraklarını işgal eden cadı avcılarını ise çok geç fark edecekti!

O gece, Vaughn yakılacaktı. Tüm köy meydanı ortasında, canlı canlı yakılacaktı. Bir zamanlar genç ve güzel bir prens olan adam, artık bir kömür haline aldığı zaman ise... Yeterince deforme olmadığına kanaat getirilen bedeni, et yiyen böceklerle dolu bir sandığa atılacak ve o sandık en kurak toprakların dibine gömülecekti. Her ne kadar cadı avcıları, prensin sevgilisini bulmaya çalışsalar da... Onu bulamayacaklar ve hınçlarını sadece Vaugnh Percival Carrington'dan çıkarmak zorunda kalacaklardı.

Ve bu adam göçüp gittikten çok sonra, onun ismini hatırlayan kimse kalmayacaktı. Fakat bugünlerde İngiltere'de doğan her çocuk, Devonshire'ın Cadı Kralı'nın anlatıldığı bir öyküyü illa ki duymuştur.


Bize korkularını anlat.
Bu adamın korkuları, en büyük günahkârları bile yola getirecek kadar derindi.

Ama bu şirk ile yıkanmış adamın son anlarına geçmeden önce, küçükken yaşadığı bir hadiseden dolayı, böceklerden korkmaya başladığından söz etmeliyiz. Vaughn hayatı boyunca asla çirkin böceklere ve pis sürüngenlere dayanamadı. Estetiğe ve güzelliğe neredeyse saplantı boyutunda takılı kalmış bir çocukken bile, bu pis yaratıkların yamuk suratlarından nefret etti. Böcekler onun sadece bir fobisi değil, nefret ettiği her şeyi ilişkilendirme methoduydu. Hayatta onun için kötü olan her şey, bu habis yaratıklar kadar çirkindi. Bu yüzden, onları nerede görse uzak durdu.

Kendinden korkuyordu, her şeyden önce, sevdiklerine zarar vermemek için uzuvlarını kesmeyi bile düşünmüştü. Çünkü bu adam açtı, sadece kana değil; güneşe ve onun altında eğlenen insanları da öylesine özlemişti ki... Ama kendisini ne olduğunu biliyordu, kendi elleri onun dönemindeki en iyi kılıç ustalarından bir tanesine dönüşmüştü. Korku dolu anlarında, açlık ve susuzluk ile mücadele ettiği saatlerin birinde... Sevdiğinin canını almaktan o kadar korkuyordu ki, bu onun rüyalarına giriyor ve onları kanlı birer kabusa çeviriveriyordu. Günün sadece birkaç saatinde uyuyabiliyor, çoğunda ise yarı ölü bir şekilde ayık geçiriyordu.

Güneşten ve dahası, yanmaktan korkar oldu. Çünkü her an yanıyordu, hem içten hem de dıştan! Ateşin onu alazlamasından, soluk tenini kaplamasından ve gümüşî saçlarının is ile karalanmasından endişeliydi. Her an yanacakmış gibi hissettiği için, arada bir cildini kontrol etmeyi görev edinmişti. Aslında adam sadece güneşten sakınması gerekiyordu, ama işler onun umduğu gibi gitmemişti. Cadı avcıları tarafından şenlik ateşine doğru sürüklenirken gördüğü ateş, adamın son anlarına büyük bir tramva ile girmesine yol açmıştı. Korktuğu ateşler tarafından yakılmak, onun son saatlerinde zihninin sağlıklı kalan her bir hücresini öldürmesine neden olmuştu. Korktuğu ateş tarafından alınmış, zihni sonsuz bir deliliğe mahkum edilmişti.


Bize nasıl göründüğünü anlat.
Bu adamın tanrı vergisi saçlarının gümüşî parıldaması, onun soluk tenini gölgede bırakacak kadar yoğundu. Pek normal bir durum değildi bu, genç yaşında soluk saçlara sahip olmak kötücül bir alâmet olarak bilinirdi. Ama hayır, Carrington kadar ünlü bir soyun devamı iseniz, saçların anlamı tam olarak zıttı oluyordu. Yani, Tanrıların lütfu... Adamın saçları uzundu, sanki o güçlü renk tonunu belli etmek istercesine dalgalıydı da. Saçlarının ön kısmı, alnının üstünde güzel bir perçem oluşturuyor; saçların geri kalanı ise adamın omuzlarına kadar iniyordu. Genelde bu dalgalı saçları dizginlemek, ancak bir kurdele ile bağlanarak sağlanıyordu. Genelde halk arasına indiği zaman açık ve dalga dalga yayılan saçları ile bilinen Vaughn, ancak ve ancak kendi ordusu ile birlikteyken toplu bir saçı tercih ediyordu. Kendi tebaası arasındayken kendine özgü tavrından, duruşundan ve görünüşünden ödün verildiği hiç görülmemişti zaten!

Bu adamın keskin mavi gözleri ve çehresini muntazam bir şekilde tamamlayacak güçlü çenesi vardı. Keskin yüz hatları, onu hem bir asker olarak kusursuz bir şekilde nitelendiriyor; hem de ne kadar yakışıklı olduğunu vurguluyordu. Evet, Vaughn eşi benzeri görüşmemiş derecede yakışıklıydı. Sadece kendine özgü renk paletine sahip olduğu için değil, kraliyet mensuplarına yaraşır bir şekilde, en muhteşem genetik özellikler ile kutsanmıştı. Sadece en zengin ailelerde görünen mavi keskin gözlerinin, uzun boyunun ve çıkık elmacık kemiklerinin yanısıra; en küçük yaşlarından itibaren bir komutan olmak için, dönemin en ileri gelenleri tarafından yetiştirilmişti. Bu süreç, hem bedenen hem de zihnen Vaughn'u en ufak zerresine kadar etkilemişti. Sadece adamın çehresinden buram buram yayılan bir otoriteye değil, aynı zamanda oldukça adeleli bir vücuda sahip olmasını sağlamıştı.

Bu adamın kıyafetleri her zaman en parlak inciden daha ışıl ışıl, en yumuşak ipekten daha hafifti. Nasıl göründüğünden çok, insanların ona baktığında ne gördüğüyle daha çok ilgilenen bir hükümdardı, Vaughn. Bir prens, bir kont gibi resmi kraliyet elbiseleri giymezdi. Ama onun elbiselerinde mütevaziliğin izlerini de alamazdınız. Vücudunu eksiksiz bir şekilde kaplayan, en pahalı kumaştan dikilmiş bir gömlek giyerdi. Gömleğin üstünde, genelde kendi sancağının rengi olan kırmızının pek çok farklı tonu bezenmiş yeleklerini giyer; gümişi çehresinin daha çok ortaya çıkmasına yol açardı. Gömleğinin açık olan düğmeleri arasından uzanan ince boynu, kristal bir kolye ile bezeliydi. Bu kolye, prensin en erken zamanlarında aldığı değerli bir hediyeydi. Soranlara sadece gülümseyerek cevap verdiği kolyenin değeri sınırsızdı, ama bundan bahsetmez; zaten hali hazırda görünüşü ile sıradanlıktan ne kadar uzak olduğunu afişe ederdi bile.

Bu adamın yüzündeki ifade, onu tanımlamak için kullanılan kelimeleri küçük düşürecek kadar karışıktı. Kimileri genç prense baktıkları zaman, korkutucu bir suretle karşılaşırlardı; çelikten daha sert, karanlıktan daha yalnız. Kimileri ona baktığı zaman, cezbedici bir tebessüm altında yatan baştan çıkarıcılık ile uyuşurdu. Kimileri ise, onun bir kahraman olduğunu düşünecek kadar hülyalı bir ifadeye sahipti. Aslında bakacak olursak, Vaughn adamına göre davranan birisiydi. Kime nasıl davranacağını özenle seçer, her bir bakışa ayrı bir değer yüklerdi. Su gibi akışkan, rüzgar kadar sert olabilirdi. Duygularıyla yönlenmez, akıl ve mantığının kendi duygularını yönetmesine izin verirdi. Bir askerdi, ama asker gibi görünmek istediği zamana kadar öyleydi. Bir prensti, ama birileri üzerinde hüküm vermeden önce daha 'sıradan' görünürdü. Görünüşü ve ifadesi, altında büyük bir gizem saklar ve yabancıl gözlerin şerrinden uzak tutardı.

Post Reply