Klaus Ludwig

Klaus Ludwig
Posts:12
Joined:Tue Sep 03, 2019 10:44 am
Klaus Ludwig

Post by Klaus Ludwig » Tue Sep 03, 2019 10:47 pm

Klaus Ludwig



Bize nasıl öldüğünü anlat.


Evet, öldüm. Bundan bu kadar emin olmamın en büyük sebebi, sanırım her geçen saniye ölümün soğukluğunun damarlarımda dolaşarak ruhuma dokunmasını birinci elden tecrübe etmiş olmam. Hiç de hızlı ve acısız olmadı.. aksine, yaşamın bütün sıcaklığı ile birlikte soluk bedenimi terk edişini en milimetrik detayına kadar tadını çıkarta çıkarta iliklerime kadar hissettim. Ah, söyledim mi hatırlamıyorum.. kendim kıydım canıma. Eğer anlatacağım şeyin binlerce nesil boyunca dilden dile aktarılacak destansı bir savaşçının hikayesi olması gibi bir beklentideyseniz, sizi biraz üzeceğim. Evimin bodrum katında, damarlarıma enjekte ettiğim o mat gri sıvının bütün hücrelerimi zehirlemesi sonucunda titreyerek ağzımdan çıkan köpüklerle can verdim. Böyle olmasını inanın istemezdim. Yanlış anlaşılmasın, yaşamımı sonlandırmış olmaktan pişman değilim.. yalnızca tercih ettiğim ölüm yönteminin en iyi seçenek olmadığını anladığımda biraz geç kalmıştım.

Sahi.. titrediğimi hatırlıyorum son saniyelerimde. Görüş eksenim bir anda yan döndüğünde, muhtemelen sandalyeden düşmüş olmalıyım. Sağır mı oldum yoksa hormonlarım bilincime müdahale mi ediyor emin değilim.. ama hiçbir şey duyamadığımı söyleyebilirim. Yüzümün rengi beyazdan mora dönerken ağzımdan köpükler çıkmaya başladı.. kahretsin, şırıngayı doldururken bu detayların hiçbiri yer edinmemişti kafamda. Sessizce gözlerimi kapatıp huzura erişirim diye düşünüyordum. Hiç de öyle olmadı. Uzuvlarımın kontrolünü yavaş yavaş kaybettiğimi hatırlıyorum yerde debelenirken. Boğazımdaki hava kesecikleri daralırken aldığım nefes sessiz bir çığlığa dönüşüyor. Gözlerimden akmakta olan şeyin gözyaşları olmadığına net olarak eminim, onları kısa süre önce tükettim.. yüzümü göremiyorum, ama kokusundan anladığım üzere kendi kanım sanırım akan şey.

İğrenç görünüyor olmalıyım.. üzerimde her zamanki siyah soluk pantolonum ve beyaz doktor önlüğüm var. İçimde herhangi başka bir şey yok. Belki de sandığım kadar kötü değildir. Sandalyeden düşmüş olup yerde kıvranırken düşündüğüm şeylere bak.. görünüşüm. Sorun ettiğim asıl şey ise, otuz saniye kadar önce elimde tutmakta olduğum ince, buruşmuş kağıdın ellerimden kayıp gitmesi. Ne de güzel bir çizimdi oysa ki.. yüzünün aynısını resmetmiştim, iyi çizerim. Keşke parmaklarıma biraz daha hakim olup bırakmamayı başarabilseydim kağıdı. Bunu hesaplayamamıştım. İstediğim tek bir şey vardı oysa ki.. son nefesimi resimdeki şahsın güzelliğini seyrederken verebilmek. Neyse.. nasıl olsa bir kaç dakika içinde yanına gideceğim için rahatım. Kucaklayarak karşılar belki beni orada da.. tıpkı yaşarken yaptığı gibi. Gözlerim kapanıyor yavaşça. Tozlu kitap raflarının kadrajıma girdiği gri tavanımı izlerken acımın azaldığını hissediyorum.. uyanmayacağımı bildiğim bir uykuya dalmak gibi sanki. Ne de olsa, yalnızca ölüler huzurludur değil mi? Ah.. bunun dünyanın en büyük yalanı olduğunu fark etmem uzun sürmeyecekti belli ki.





Bize kendini anlat.

Öncelikle şunu belirtmek zorundayım. İnsanların Klaus olarak tanıdığı kişi ile mahzenin altında bütün hakikatini deliliğe emanet etmiş olan Klaus aynı kişi değiller. Bu yüzden sizlere nasıl biri olduğumu anlatmadan önce, yaşadığım talihsiz bir olay sonucunda kişiliğimin tıpkı diğer her şeyim gibi değiştiğini belirtmek durumundayım. Bu yüzden ikiye ayıracağım bu kısmı.. evli bir adamkenki benliğim, ve ruhunu o mezar taşının altına gömmüş bir adam olarak benliğim. İlkinden başlayalım öyleyse.

Basit bir adamdım ben. Küçük şeylerden mutlu olurdum, ama üzülmezdim hiçbir şeye. Sanırım en büyük motivasyonum bir aile ortamı sıcaklığıydı. Şöminenin karşısında ısınırken göğsüme yaslanmış olan karımın saçlarını okşamak, bu sırada çocukların ve köpeklerin halının üzerinde koşuşturması.. bu kare her gün varolduğu sürece ikinci bir hayata, din adamlarının 'cennet' dediği yere ihtiyaç duyacağımı zannetmiyordum. Çok çalışırdım ben.. günün önemli bir kısmında kendimi işime verirdim. Bundan hiç rahatsızlık duymadım, aksine, hoşuma bile gidiyor diyebilirdim. Her sabah yeni bir güne gözlerimi açmamdaki ana sebeplerden biri de buydu aslında. İlk günkü kadar büyük bir şevk ve özenle icra etmekte olduğum işim. Eh.. hayalini kurduğum şey yalnızca hayat kurtarmak değil, varolanı daha iyi hale getirmekti aynı zamanda. Sanırım meslektaşlarımdan ayrıldığım en önemli nokta buydu vakt-i zamanında.

Haa.. sabah kalkmak demişken, mecaz kullanıyorum elbette. Gündüzüm, öğlenim, gecem yoktu benim. Hayatımı güneşin o anki konumuna göre şekillendirebilme lüksüne sahip olmamakla birlikte, bunu yapacak kadar aciz de değildim neyse ki. Genelde karım uyurken geceleri çalışırdım. Saatler sonra tatlı bir yorgunluk ile yatağa döndüğümde onu uyurken birkaç dakika seyretmek en büyük zevklerim arasındaydı.. ki bu genelde gündoğumunun pembe ışıklarını şehre yaymaya başladığı zamanlara denk gelmekteydi. Evet.. anlamış olabileceğiniz üzere, sade bir aile adamıydım ben. Mesleki kimliğim ise bundan çok farklıydı. Üzerime o beyaz önlüğü giydiğim anda bambaşka birine dönüştüğümü söylerlerdi hep. Kurtardığım hayatların sayısını hatırlamıyorum.. bunların bir kısmı köylüler olurdu genelde. Israrlarına rağmen para almazdım onlardan. Tesadüfe bakın ki, kapımın önüne bırakılıp kaçılmış meyve dolu sepetler bulurdum bazen.. karma güzeldir. Yani güzeldi. Yaşamak da güzel diyorlar bu arada.. tuzu kuru cahil köpekler.

Malum olaydan sonra her şey çok değişti. Belki de değişen sadece bendim.. bunları anlatırken objektif olmaya çalışacağıma dair söz vermiştim hatırlıyorsanız, şuan zorlanmıyorum desem yalan olur. Sekiz senede o kadar bambaşka biri haline geldim ki, ismime bile yabancılaştığımı hissedebiliyordum. Karanlıktan korkardım mesela eskiden. En yakın dostum oldu şimdilerde karanlık. Sarılıp uyuduğunuz şeyin yerini alan şey karanlığın ta kendisi ise, yaşıyor olduğunuz söylenemez pek. Gördüğüm hiçbir şeye şaşırmıyorum. Hayata dair bütün tepkilerimi, bütün duygularımı yitirdim. Kötü mü oldu bilmiyorum.. bazen penceremin önündeki kelebek kozalarını izliyorum saatlerce.

İçimde ölmüş olan onca duygunun oluşturduğu dipsiz mezarlığın ortasında, sapasağlam kalmayı becerebilen tek şey merakım. Neden birbirimize hala bu kadar sıkıca bağlı olduğumuzu bilmiyorum. Bu noktada en ironik olan şey, beni yaşatanın da öldürenin de kendisi olması. Gözlerimi sonsuz karanlığa kapattığımda neler olacağını kesin olarak biliyor olsaydım, sonlandırır mıydım hayatımı? Zannetmiyorum. Ben yalnızca, dünyanın benden daha büyük olduğu gerçeğini kabullenebilmiş sınırlı realistlerden biriyim. Diğerleri ise aptal. Kendisini pek sevmiyor olsam da, dünyanın çürümüş kollarına bırakmak zorundayım ruhumu. Yalnızca kalbimin kan pompalamaya devam etmesi, soluk borumdan oksijen geçmesi ile ilgilendiler. Kimse farkında değildi belki de.. ama ben sekiz sene önce öldüm. Fark etmekte geç kaldığm şey ise, ölümün insanı özgürleştirdiğiydi.

Hayaletler görüyorum bazen. Anlatıyorlar bana.. kesmiyorum sözlerini, dinliyorum uzun uzun. Ellerimde can veren hastalarım ziyaretime geliyorlar bazen. Omzuma hafifçe dokunup gülümsüyorlar.. benim suçum olmadığını söylüyorum. Hafifliyorum midemdeki ağır sancı. Hikayeler anlatıyoruz birbirimize, yaşarkenki zevklerimizden bahsediyoruz. Benim fiziksel bir bedenim olması haricinde, hepimiz ölüyüz en nihayetinde. Kahkahalar atıyoruz mahzende gecenin bir vakti bazen. Gerçek olup olmadıklarını, onları kafamda yaratıp yaratmadığımı sormuyorum onlara. Ne cevap benim umrumda, ne de güveniyorum doğruyu söyleyeceklerine. Ne? Delilik mi?

Ah.. sekiz yıldır ince duvarlarında ardında hepinizin dudaklarından duyduğum şu sikik kelime. Delilik. Madem öyle, şimdi size sizinle ilgili bazı şeyler anlatacağım.
İnsan beyninin temel bir işleyişi vardır. Hipotalamus. İnsanın beynine direkt emir verir. Böylece beynin yöneticisi konumundaki loblar harekete geçerek aklınıza hükmetmenizi sağlar. İşte o beyinde bazı dengeler bozulunca insan deliriyor. Yani siz böyle diyorsunuz. Daha önce söylemiş miydim biraz klişe düşündüğünüzü? Delilik..

Yanlış bildiğiniz şeyler var. Delirmek bazılarımızın sandığı gibi yapayalnız kalmak değildir. Delilik gerçek sizle tanışma halidir. Gerçek Klaus ile. Delirmek hayatı anlamakla ilgilidir. Lanet değil, efsundur. Efsun. Delirdiğiniz zaman akıllılardan daha zenginsinizdir artık. Delirmeye çok yaklaştığım zamanlar oldu evet, sizin de olmuştur mutlaka. Fazla tutkulusunuzdur, aşkınızı, nefretinizi korkularınızı kontrol edemezsiniz bazen. Hayat bu. İncitir. Sonrasında ise hayaller, sancılar, nöbetler.. Bazen gerçekte var olmayan insanlar görürsünüz mesela. Siz sanıyorsunuz ki tımarhanelerdeki herkes deli. Tımarhane. Yani sizin dilinizde insanların tımar edildiği yer. Mikroplar gibi. Sanıyorsunuz ki siz akıllısınız, oradakiler deli, ha? Yanlış. Tımarhane dediğiniz yer dışarıdakiler kendilerini akıllı sansın diye içeri tıkılmış insanlarla dolu olan yerdir. Güvenin bana, doktorluk hayatım yalnızca neşterler ile geçmedi. Gerçek bilgelik deliliktir. Sevdiği tek insanı kaybetmiş bir adam olarak, gerçekliği reddediyorum. Böyle hatırlansın Klaus.





Bize işini anlat.


Yeterli ipuçlarını verdiğimi düşünüyordum aslında.. ama peki, nasıl istiyorsanız. Doktor derler bana. En son ne zaman Klaus diye çağırıldığımı hatırlamıyorum bile.. üzerime nasıl işlediyse artık. Bunu bütün mütevaziliğimle söylüyorum, işimin en iyilerindenim. Spesifik bir uzmanlık alanım yok.. elime neşteri aldığımda soğukkanlı bir cerrah, birkaç iksir karıştırdıktan sonra mükemmel bir panzehir uzmanı olabilirim. Ancak bunların yanısıra, alternatif denilebilecek şeyler konusunda da araştırmalarım mevcut. Şifalı otlar, muskalar, duman terapileri.. aklınıza gelebilecek her şeyi araştırmışımdır muhtemelen. Yine de her şeyden önce, ben bir doktorum.




Bize geçmişini anlat.


Ölmeden önce insanın hayatı gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçer derlerdi. Yanılmışlar, bu şeridi görebilenler yalnızca gözlerini ikinci defa açabilenler olmalı. Evet.. şuanda hepsini hatırlıyorum, aklımda kalan bütün anı parçacıklarını. İlginçtir ki, ne hissetmem gerektiği konusunda kararsızım. Sanırım bu noktada bana düşen şey olabildiğince objektif olmaya çalışarak başımdan geçenleri anlatmak. Belli bir noktaya kadar bunu başarabileceğimi düşünsem de, duygularım gerçekliği bastırmaya çalışırsa özür dilerim. Peki, hadi deneyelim.

Almanya’nın kuzey kesiminde, Schleswig-Holstein eyaletinde bir liman şehri olan Lübeck'te doğdum. Lübeck, Baltık Denizi'nden yaklaşık 14 kilometre içeride, Trave ve Wakenitz ırmaklarının kıyısında yer alan bir yer. Ailem, hatta soyağacımızdaki herkes doktordu. Ludwig'lerin namı hayat kurtarmaları ile bütün şehirde bilinirdi. Ablam, abim veya kardeşim olmadı hiç. Ailemle bile doğru düzgün vakit geçirdiğimi hatırlamıyorum.. hep işlerinde güçlerindeydiler. Ben de bir çocuk olarak, yapabileceğim en iyi şeyi yaptım ve halının üzerinde oyuncak trenlerimle oynarken kafamda hayali arkadaşlar yarattım. Günde yarım saat dışarıda dolaşma hakkım vardı. Zaten yedi yaşıma girdiğim gün doktorluk eğitimim başlamıştı bile. Günün belirli saatlerinde anatomi öğretiyordu ailem. Beni sevmediklerini düşünmüyordum, fakat çocuktan ziyade bir "yatırım" olarak gördüklerini daha o yaşta bile hissedebiliyordum. Tek istediğim şey, gerçek bir arkadaşım olmasıydı. Sekiz yaşında kitapların arasında boğulurken, günlük yarım saatlik dışarı çıkma hakkımı gölün kenarındaki top oynayan çocukları izlerken kendi kendime seksek oynayarak değerlendiriyordum. Belli ki onlar gibi olamayacaktım.

Her şey o gün değişecekti.. onu gördüğüm gün. Eklem ağrıları ile ilgili ödevimi anneme nasıl yetiştireceğimi düşünürken eve doğru yürüyordum. Evimizin karşı kaldırımındaki mobilyaları fark ettim. Uzun zamandır boştu karşımızdaki ev.. belli ki birileri taşınıyordu. Gelenlerin kim olduğunu görebilmek için kafamı yavaşça yukarı kaldırdım. Evin camına baktığımda onun yüzünü görmüştüm.. el sallıyordu bana. Gülerken gözlerinin kısıldığının farkında mıydı acaba? Sekiz yaşındaki bu kız, mükemmelliğin gerçek tanımı gibiydi. Ders kitaplarındaki bilgilere gitti birden aklım.. Altın oran dedikleri şey bu olabilir miydi? Daha da önemlisi, o da benim gibi ilk görüğü andan beri biliyor muydu yıllar sonra evleneceğimizi?

Bir yıl geçti aradan. Bu süre zarfında evden çıkmayı başarabildiğim her fırsatta penceresinin önünden onu seyrettim. Camı açmasına izin yoktu.. yalnızca elimizdeki karton kağıtlara bir şeyler yazıp birbirimize göstererek iletişim kurabiliyorduk. Hatta genelde bu iletişim yazılar ile değil, resimler ile gerçekleşiyordu. Livvy kesinlikle evleneceğim kadın olmalıydı. Ondan başkası mümkün değildi, dokuz yaşımdaki halimle bile içten içe hissediyordum bunu. Yoksa.. karnımdaki tatlı sancının başka ne gibi bir açıklaması olabilirdi ki? Ah.. bahsetmeyi unuttuğum iki şey var. Birincisi, doğuştan dilsizdi bu kız. Dilsiz derken, gerçek anlamda dilsiz. Konuşamamasının yanısıra, dilinin dörtte üçü yoktu. Fakat bu ikimiz için de problem değildi. İkincisine gelirsek.. Muhtemelen Livvy'nin neden sürekli evin içersinde, camın önünde olduğunu merak ediyorsunuzdur. Ben de ediyordum. Kendisi yürüyemiyordu çünkü. Dizlerinden altı, doğuştan felç durumdaydı ve tekerlekli sandalyenin üzerinde yaşıyordu.

Hayatımda ilk defa, bütün bu yaptıklarımın boşuna olmadığını hissedebiliyordum. Her gün aldığım onlarca tıp dersinin bir sebebi vardı artık. Her şeyi öğrenecek, her şeyi bilecek ve Livvy'nin tekrar yürüyebilmesini sağlayacaktım. Hayatınızın amaçlarından birini çocuk yaşta keşfederseniz, tükenmek bilmeyen muazzam bir enerji sahibi oluyorsunuz. Tekrar fırsatınız olursa deneyin bunu. İşte böyle geçti yıllarım.. hafızama kazıdığım tozlu, kalın ciltli kitaplar, üst üste koyulduğunda odamın kapısı kadar olacak hale gelmişti. Henüz on yedi yaşımdaydım ve Ludwig ailesine yakışır bir miktarda medikal bilgim oluşmuştu. Üstelik evimize gelen bazı hastaların muaynesini ve tedavisini de bizzat benim yapıyor olmam ailemi sevindiriyordu. Bir taşla beş kuş. Daha da önemlisi, bu yıllar boyunca çok istediğim bir şeyi daha ilerletebilmeyi başarmıştım.

Ailesi oldukça açık fikirli insanlardı ve bana güveniyorlardı. Ben de Livvy'yi dışarı çıkartıp gezdirebiliyor, çimlerde beraber uzanabiliyor, hatta bazı gece vakitlerinde bile -bazen gizlice kaçırıp- yıldızları izleyebiliyordum. Yaşamak denilen şey bu olmalıydı.. her şey mükemmel işliyordu. Üstelik müstakbel karımın tedavisi için bazı deneylere de başlamıştım.. geceleri uyumuyordum. Uykumdan feragat ettiğim hiçbir saniyeden pişman olmadım. Araştırdım, bildiklerimi harmanladım, iksir bilgimi tıbbi masaj becerilerimle kombine ettim. Günden güne onun üzerinde de uygulamaya başladım. Başaracaktım.. başarmak zorundaydım. Göz altlarımın rengi karardıkça içimdeki aşk aydınlanıyordu.

Livvy iki ailenin de alkışları, gözyaşları ve coşku dolu bağırışları eşliğinde ilk defa ayağa kalktığında yirmi dört yaşındaydık. Gözlerime inanamıyordum.. bunu benim yaptığıma inanamıyordum. Omurilik sıvısı ve eklem lifleri ile ilgili geliştirdiğim tedavi yöntemi yıllar sonra meyvesini vermişti. Hafiften sendeleyerek de olsa yürüyebiliyordu artık karım. Evet karım. Ha? Söylemedim mi? Ah.. sahi.. pardon. Yirmi bir yaşımızdayken evlendik biz. İki aile arasında, çok küçük çaplı bir nikah kıyıldı. Kliniği ev olarak düzenleyip oraya yerleştik. Böylece çalıştığım ve uyuduğum yer arasındaki mesafe de kısalmış oldu hem. Onu bir hemşire olarak eğittim. Hastalar ile beraber ilgilenir olduk.. her şey rüya gibiydi.

Böylece hayatımdaki en en en mutlu anlar listemdeki rakam üçe çıkmış oldu. Livvy ile çimlerin üzerinde ilk kez el ele tutuştuğum gün, evlilik teklifime iki kolunu da bir anda havaya kaldırıp bir çocuk gibi gülümseyerek 'evet' anlamında başını salladığı gün ve kendi ayaklarının üzerinde yürüyebildiğini gördüğüm gün. Bu üçü, kesinlikle hayatım boyunca unutamayacağım anılar olacaktı muhtemelen. Dördüncüsü ise pek gecikmemişti. Vermek istediği mesajı, dilsiz bir kızın verebileceği en iyi şekilde iletmişti.. sadece elimi alıp karnına koydu ve gülümsedi. Baba olmaya hazır olup olmadığımı hiç düşünmemiştim..

Bir söz vardır. Eğer bir şey gerçek olamayacak kadar mükemmelse, gerçek değildir. Bunu fark etmem uzun sürmeyecekti.. Gayet koşuşturmacalı ve bir o kadar neşeli geçen dokuz ayın ardından, sessiz bir çığlık ile uyandım sabaha karşı. Güneş bile doğmamıştı daha.. elimi sıkarak dürtüyordu beni Livvy, fazla terlemişti. Apar topar yerimden kalkıp bir mum yaktım. Nefes alış verişleri fazla hızlıydı.. beklenen an belli ki gelmişti. Hazırlıksız yakalanacak değildim, aylardır bu an için bekliyordum. Yatağımızın hemen yanındaki çekmeceden çok hızlı bir şekilde ekipmanları çıkardım ve doğum işlemine başladım.

Hatırlamıyorum.. inanın hatırlamıyorum. Her şey nasıl o hale gelebilmişti? O gün çok net bir şekilde en ince ayrıntılarına kadar kafamda.. hatta perdedeki güneş lekelerinin rengini bile unutmadım. Ama gerçekten o bir kaç dakikada ne olduğunu hatırlamıyorum. Ellerimden süzülen kanlar çarşafın en ince katmanına kadar işlemişti. Parçalanmış bebek uzuvlarına baktım.. sonra da ölü halde yatan karıma. Bunu asla tahmin edemezdim.. ters doğum o güne kadar hiç de yaygın bir şey değildi, ne yapılması gerektiği hiçbir kitapta yazmıyordu ve kariyerim boyunca karşılaşmamıştım bu durumla.

Oğlumu kurtaramayacağımı anladığım o saniye, ani ve içgüdüsel bir refleks ile neşteri kavradı ellerim. En azından karımı hayatta tutmalıydım.. ölmesine izin veremezdim. Düşüncesi bile boğazımı düğümlüyordu. Şoktaydım sanırım, çünkü bebeği ölü doğmuş bir adama göre fazla sakin gözüktüğümü hatırlıyorum. Rahmini yararak içinde kalan son parçaları çıkartmayı denedim.. kısmen başarmıştım da, ancak kanamayı durduramıyordum. Bağırmaya başladım.. yardım istedim. Ailemin evi ile neredeyse bitişik olduğumuz için içeri apar topar annemlerin girmesi uzun sürmedi aslında.. yani, bana öyle gelmişti en azından. Ölüm saati: 04:37. Kan kaybı.

Zaman algımı kaybetmiştim. Sekiz sene olmuş mudur? Emin değilim.. otuzlu yaşlarımın ortasındayım sanırım. Aynaya bakmıyorum pek.. olduğumdan yaşlı gösterdiğime eminim. Karım öldükten sonra hiçbir zaman gülümsemedim. Bir kere bile. Cümle kurduğumu bile hatırlamıyorum. Gelen hastalara, selam bile vermeden yatırıyor, tedavisini uyguluyor ve gönderiyordum. Sanırım hiçbir sebep olmaksızın bir anda öleceğimi falan zanediyordum. Keşke öyle olsa. Bunun olmayacağını kabullenmem kolay olmadı. Tıp hiçbir şekilde bana istediğimi veremiyordu.. karımı geri getiremeyeceğini biliyordum. Bu yüzden çok daha karanlık sanatlara teslim etmiştim ruhumu. Nekromansi.. ölüleri hayata döndürme sanatı. Şehrin en karanlık, en ücra köşelerine gittim.. en tuhaf insanlarla tanıştım, en duysanız inanamayacağınız yöntemleri denedim.. ruhum fazla kararmıştı. Livvy'yi geri getirebilmek uğruna bütün benliğimi koymuştum ortaya.

Göründüğüm kadar güçlü bir adam değildim belki de. Öyle olsam, sabaha karşı bir vakitte damarlarıma zehir enjekte ediyor olmazdım diye tahmin ediyorum. Nerede olduğumuz önemli değil.. yalnızca birlikte olalım yeter. Başka hiçbir şey istemiyordum. Yemin ederim. Madem o bana gelmiyordu, ben onun yanına gidecektim. Başka hiçbir şey umrumda değildi. Hem kim bilir, belki de kucağındaki bebek ile bekliyordur beni. Üçümüzün de içinde bulunduğu bir hayaldi bu.. hayallerimi yakmaktansa kendimi yakmayı seçtim ben. Zehir yavaşça kanımda dolaşmaya başlıyor.. bilincimi kaybeder gibi olurken elimde tutmakta olduğum kağıttaki resme bakıyorum. Boncuk mavisi gözleri, sapsarı saçları ve ince, narin yüz hatları ile bana bakıyor karım. Resmi son kez öpmek için dudaklarıma götürürken ellerimdeki titremeye engel olamayarak düşürüyorum kağıdı.. bir kaç saniye sonra da ben düşüyorum sandalyeden. Ağzımdaki köpükler ve gözlerimden akan kanlar eşliğinde son nefesimi veriyorum. Her yer ne kadar da soğuk.





Bize korkularını anlat.


Basit bir adam olduğumu söylemiştim. Komplike korkularım yok.. fakat korkularımın zaten gerçeklemiş olması, beni komplike biri yapıyor. Sevdiğim kadını, tek aşkımı bir daha göremeyecek olmaktan korkuyorum. Yaşıyor olduğumuz sürece hiçbir şeyin bunu yapmasına izin vermeyeceğimi biliyordum, ancak çaresini bulamadığım yalnızca tek bir hastalık vardı. Ölüm. Ölüme çare bulamamaktan korkuyorum.. çok geç kalmış olmaktan korkuyordum. Gidenlerin geri dönemeyecek olmasından korkuyorum. Hani demiştim ya; Nerede olduğumuzun bir önemi yok, beraber olalım yeter diye.. Kavuşamamaktan korkuyorum işte.. Çocuklarımın 'baba' demesini duyamayacak olmaktan korkuyorum. Ailemi parçalayacak, ayıracak, yok edecek her şeye karşı canım pahasına savaşmaya hazırdım. Savaşı kaybetmekten korkuyorum.. Bu kabustan uyanamamaktan korkuyorum.. bütün yaşamış olduklarımın gerçek olmasından korkuyorum. Onu bir daha görememe ihtimalinin gözümün önüne gelme düşüncesi bile tüylerimi ürpertiyor. İkinci bir dünyanın olmamasından korkuyorum. Karanlıktan korkardım küçükken.. karanlığa dönüşmekten korkuyorum. İnsanın korktuğu şeylerin her biri ardarda gerçekleşirse ne olur peki? Belki de esas problem budur.. Korkacak hiçbir şeyim kalmamasından korkuyorum.




Bize nasıl göründüğünü anlat.


Civciv sarısı dalgalı saçlarım, neredeyse omzuma değecek kadar uzun. İşim olmadığı zamanlar hariç genelde bir toka ile topuz yapıyorum. Aynı renkte, vikingleri andıran, bazen ucunu ördüğüm bir de sakalım var ayrıca. Boynumun yarısına kadar geliyor. Fakat yüzüme bakıldığında dikkat çeken ilk şey bunların ikisi de değil.. Mor ve siyah arasında bir tondaki gözaltlarım. Hastalıktan ziyade, savaş boyası gibi duruyorlar. Genetik olduğuna büyük oranda eminim, fakat uykusuz kaldığım süre artmaya başladıkça renkleri daha da koyulaştı. Bazıları yakıştığını düşünüyor.. karizmatik bulanlar bile olmuştu. Dudaklarım da aynı renk bu arada.. sanki koyu lacivert bir ruj sürmüşüm gibi. Saçlarmın siyah olmaması haricinde, gothic bir görüntüm olduğunu söyleyebilirim. Yosun yeşili gözlerim de bu tanıma pek uymuyor sanırım. Bunun dışında, uzun, kalın ve estetik bir boynum var. Vücudum peynir renginde bir beyazlıkta olduğu için kemik ve vücut hatlarım fazla belirgin gözüküyor. Kemik demişken, yüz yapım da kemikli.. alt tarafı hafifçe sivrilen, maskülen bir çenem var. En az elmacık kemiklerim kadar belirgin.

Vücudum, insanların "yapılı" diye tabir ettiği türden. Yerden bir metre seksen yedi santim uzunluğunda, doksen beş kilogram ağırlıyındayım. Yoğun bir kas kütlem var, özellikle omuzlarım ve trapez kaslarım ne kadar bol giyinirsem giyineyim kendini belliyor.

Giyinmek demişken.. sanırım en beceremediğim konulardan biri de bu. Birbirinin tamamen aynısı olan, siyah pantolonlarım var birsürü. Üzerimde ise genellikle dizlerime kadar uzanan beyaz bir önlük oluyor. Önlük giymediğim zamanlar çok nadir olsa da, bu tip durumlarda ise ya yarı çıplak oluyorum ya da siyah veya beyaz renkte kolsuz bir atlet giyiyorum. Sol kulağımda bir adet de düz, yuvarlak minik bir küpem mevcut.


Post Reply